"Futbol Asla Sadece Futbol Değildir"

Bana doğru süzülerek gelen topu göğsümle önüme alır, kaleye doğru koşan arkadaşıma milimetre sınırlarını zorlayan bir gol pası olarak servis ederdim. Gol sonrası bana doğru koşanları golün asıl mimarı olarak alçakgönüllü bir sevinçle karşılardım. Hayallerimde gol pozisyonlarının da, sonrasında yaşanan sevinçlerin de her zaman bir numaralı oyuncusuydum. Kendimi bir maestro olarak kurgulandığım için, takımçok sıkıştığında ceza alanı dışından ampule asacağım toplar dışında fazla gol atmazdım. Yalnız ileri çıkan kalecileri affetmezdim. Hayalimde böyle zavallı bir kaleciye rastlarsam hemen topun dibine vuruyordum. Bazen o top havada süzülürken, hayalim boyut değiştirerek profesyonel futbola transfer oluyor ve hala havada süzülmekte olan top, bir halı saha kalesine değil, 10 bin kişilik bir stadyumdaki rakip takımın kalesine giriyordu. Bir anda kendimi dünya kupası finallerinde buluyordum. İşte böyle asildi benim hayallerim. Ara paslar, ayağa uzun paslar ve bilek çalımlarıyla asalet içinde uyurdum. Gerçek bir top ayağıma değmese, dünyanın en iyi futbolcusuydum...

O yıllar çalışmanın ya da yeteneğin değil hissiyatın peşindeydim. Kısa sürede, çalışmadan birçok şeyi becerebileceğime inanıyordum. Sporun çeşitli dalları bu ukala ve arsız hissiyatıma sık sık maruz kalmıştır. Mesela bir yüksek atlamacının sıçrayış anına kadar tüm hareketleri taklit edilebilirse, ilk atlayışta bile umut vaat dici bir yüksekliğe ulaşılabileceğine inanıyordum Aynı hareketleri taklit edip sıçradığım andan itibaren başarıyı engelleyecek somut bir neden bulamıyordum. Bu tür spor dalları için somut bir tesis şansımız olmadığı için de teorimi kahramanca savunabiliyordum. Tabi bu düşüncemi arkadaş çevresinde dile getirmem büyük hataydı. Sonuçta, "verin kayakları slalom yapayım; takın patenleri ilk seferinde kayayım; uzatın şu esneyen sopayı (biraz korkuyorum ama) sırıkla atlayayım; şu gülleyi de verin, cüssemden beklenmeyecek metrelere atayım," benzeri bir yaklaşım ortaya çıkıyorud. Bu sırarım ve hislerime olan güvenim uzun süre devam etti ('geri zekâlı ukalalığı' iyileşmesi çok uzun süren bir hastalıktır). Sonra bir gün, Denizlisporlu Hüseyin futbolu bırakıp şehrimizin ilk halı sahasını açtı. Bu açılış, arsız hastalığımın tedavisi olacaktı...

Erken dönem mahalle futbolu, topun olduğu noktada toplanmak ve debelenmek üzerine kurulu olduğu için iyi topçular kendilerini gösteremiyordu. Üst üste çalım atmak, daha çok, oyuna bir anda sarkan, yaşı bizim iki katımız bir takım düz saçlı abilere mahsustu. Futbolu topun çevresindeki 2 metrekarelik bir alanda oynayıp sahanın geri kalan kısmını boş bırakıyorduk. Halı saha, bu böcek gibi toplaşma anlayışımızı biraz kırdı. Üstünde hala keskin bir mahalle kokusu olsa da nispeten modern bir futbol anlayışına geçiş yapıyorduk. Ama ne yazık ki tek başımayken topla yaptığım nefis hareketler, 4 kişilik maçlarda sergilediğim yumuşak bilek hareketleri ve ayağımın dışıyla verdiğim umursamaz paslar bu etrafı tellerle çevrili alanda pek bir işe yaramayacaktı...

"Bas alırsın!" diye bağırdı. Emre veren Adnan'dı, emre itaat edip basan Cenk'ti ve basılıp ayağından topu alınan bendim. Yaptığı hatayı örtbas etmek isteyen her futbolcu gibi hırsla topu benden alana doğru koştum. Yeteneği olmayan hırs futbolda faul sayılır. Yerde kıvranırken çıkardığı acı dolu seslerin arasına ustaca küfürler yerleştiriyordu. Ben de hırsımın arasına ustaca bir yalan yerleştirerek, "Topa müdahele abi!" diye itiraz ettim. Ergen futbolunda topa müdahele iddiaları pek ciddiye alınmaz. Acısına inanmadığımı göstermek için elimi uzattım. Televizyona göre, o da elini uzatacak, yardımımla ayağa kalkacak ve hafif sekerek oyuna devam edecekti. Elime tokat attı. Ve 14 yaşında olmasına rağmen, " Adam gibi oyna şu topu ayı!" diye bağırdı. Televizyona göre, üzerine yürüyebilirdim, yapmadım, zaten bu maçta taklit etmeye çalıştığım hiçbir hareket işe yaramıyordu. Attığım paslar planladığım noktanın çok uzağına düşüyordu. Kafamda tasarladığım vuruş gücü ayaklarıma ulaştığında yarıya düşüyor ve top çok düşük bir hızla karşı takım oyuncularına ulaşıyordu. Futbol mantalitemin Pele'yle aynı estetik düzeyde olduğundan ayaklarımın haberi yoktu. Bana atılan pas sayısı gittikçe azalmaya başladı. Defansta (kötü oynayanların atıldığı bir çeşit depo) kalmam ve yapılan akınlara katılmamam konusundaki telkinler bir süre sonra kesin emirlere dönüştü (oğlum ileri çıkma sen!). Bütün başarısızlığıma rağmen hırsım ve bir iki nefis hareketle geçmişi unutturacağıma olan inancım bir türlü tükenmiyordu. Kendimi ispatlayabilmek için defans denilen sürgünde çırpınırken Adnan apış aramdan top geçirerek beni iyice zor durumda bıraktı. (O yıllar apış arası futbolun namusuydu.) İnancımı gösteriye dönüştüremedikçe hırslanıyordum. Defansta beklemek, kötü oyunumu telafi etmek için debelenen hırsımı karşılamıyordu. 14 yaşındaydım ve gösterinin dışında kalmak istemiyordum. Bir korner atışında, televizyonunda tavsiye ettiği gibi bir defans oyuncusu olarak ileri çıktım. Kötü oyunumu sağ ayağımla göndereceğim bir füzeyle paramparça edebilirdim. Buna inanıyordum...

Süzülen top, rakip defansın kafasından sekerek bana doğru yöneldi. Hafifçe gerileyerek pozisyonumu ayarladım. Top ayağıma ulaşıncaya kadar iyi bir forvetin dengeli bekleyişini taklit etmekten başka bir şey yapmam gerekmiyordu. Sağ ayağımın zaferi çok yakındı. "Bıraaaak!" diye bir ses duydum. Sonra sol tarafımdan uçan birini gördüm. Bu uçan şey bana vuracakmış gibi bir an büzüldüm. Bıraaaak, topa çok sert burdu. Gözlüğüm olmadığı için gözlerimi kısarak kaleye baktım. Top önce üst direkte, sonra da eğilemeyeceğim kadar kısa sürede yüzümde patladı. Bayılmışım...

Ayıldıktan 19 yıl sınra
Nuri, dergi içinde halı saha maçı planladığı haberini verdiğinde gerçekten çok heyecanlandım. yıllar sonra yeni bir başlangıç yapabilirdim. İyi oynayacağıma olan inancım, haberi aldığım gece yatakta kurduğum hayallerle birlikte geri döndü: Hayalimde defansa terk edilmiş Yiğit'i çalımladım. Cihan'a "Oğlum ileri çıkma sen!" diye bağırdım. Uzun bir sakatlıktan sonra muhteşem dönüşüyle kitleleri sevince boğmuş, asil bir maestro gibiydim. top her ayağıma geldiğinde, ataklar bizim takım için istikbaline güvenle bakılan bir saldırıya, karşı takım içinse 2 saniye sonrasını bile tahmin edemedikleri gizem dolu bir tehlikeye dönüşüyordu. Takımın yıldızıydım ve maçın sonlarına doğru öne çıkan kaleci Memo'yu affedemezdim. Topun dibine vurdum...

Fırat Budacı || Uykusuz Sayı:2009/40 No:109

Bu Yazıyı Paylaş!

Bookmark and Share

3 yorum:

TA dedi ki...

güzel bir hikaye.anlatımda oldukça heyecanlı:)) 4-3-3 vs taktiklerini okumaktansa bu tür yazıları okumak daha iyi oluyor.

steven_stiffler dedi ki...

Biraz kendimden de birşeyler buldum bu yazıda...Güzel yazı.

Gala's dedi ki...

bende yazıda kendimi buldum. aslında herkez bulabilir.

yalnız şunu söylemek istiyorum. 6-7 li yaşlardan 14-15 e kadar sürekli sokak aralarında maç yapardık. kendimden oldukça büyükler bile beni elle gösterir, aralarına alırlardı. her maç şov yapardım. tanju gibi röveşatalar, hagi gibi şutlar, metin gibi kafalar, arda gibi çalımlar..

ulan sen git futbola yazıl diye döveceklerdi neredeyse. sonunda gittim yazıldım. tabi oradaki herkez ben gibi kendi mahallesinin yıldızı. onların içinde fark edilemiyorum. seçildik seçilmesine, devam ettik ama eğitim sebebi ile bıraktık. yanlız şunu söyleyeyim. isterse dünyanın en iyi futbolcusu olsun. toplasın takımını gelsin bizim sokakta maç yapalım yemin ediyorum top göstermem. yeşil sahaya çıkınca iş değişir o başka iş.

Related Posts with Thumbnails