Zvjezdan Misimovic, Emiliano Insua & Galatasaray

31 Ağustos'un transfer bayramlarına dönüşmesi çoğu zaman hoş olmaz ama gelen oyuncunun, oyuncuların sıradan adamlar olmaması bir nebze tolere ediyor durumu. Zvjezdan Misimovic ve Emiliano Insua’nın Galatasaray’a doğrudan katkı yapacak isimler ancak bunun için Frank Rijkaard'ın planlarını rötuşlaması gerekiyor.

Misimovic'in kim olduğunu anlatmak bence hem bizler, hem de onun için bir hakaret. Enfes pasları, oyun görüşü ve hazırladığı gol pozisyonlarıyla bugün kendisine 40 milyon avro değer biçilen Edin Dzeko’yu parlatan adamların başında gelir. Wolfsburg'un 2008/09’da gelen Bundesliga şampiyonluğunun bene mimarıdır. Nürnberg küme düştüğü gün Galatasaray'da görebilir miyim diye ümitlendiğim adamlardan biriydi, hatta birkaç ay önce 'Nürnberg Nimetleri' bir başlıklı yazıda tekrarlamıştım bu dileğimi. Başka şey istesem olacakmış diyeceğim ama Avrupa'da devam etmemizi çok istedim. Olmadı..

Fakat işin bir de teknik boyutuna bakmak lazım ki bu kadar kaliteli bir ayağı verimli bir şekilde kullanacak durumda değiliz. Ona göre oynamıyoruz. Son bir sezondur sabit forvet arkası kullanmıyoruz ve Rijkaard'ın bu alışkanlığını kolay törpüleyecek bir hoca olduğunu düşünmüyorum. Insua transferini de katarsak kadro iyiden iyiye 4-2-3-1'i talep eder oldu ve şu halde üçlü orta saha ısrarcı olup Misimovic'i kanatların birine atmak zaten zordaki takımda iyice problem yaratacak. Çemkirmek olarak görülmesin ama planlı bir transfer olmadığını, Galatasaray'a gelmeyi kabul eden en önemli isim olduğu ve taraftar tarafından beğenileceği düşünülüdüğü için transfer edilmiş gibi duruyor. Eğer böyle bir plan hali hazırda varsa zaten birbiriyle çelişen ve çatışan Arda Turan ve Elano gibi iki oyuncudan en azından biri şu an bu takımda olmazdı. Elano 24 saat içinde takımdan ayrılmazsa da bu fikrim değişmeyecek.

Diğer transfer Emiliano Insua ise Galatasaray’ın uzun süredir kanayan ancak müdahele edilmeyen bir yarasına çözüm ümidi vadediyor. Hakan Balta’nın hücumda (son bir senedir savunmada da) var olmadığı, Sabri Sarıoğlu’nun üstün bir form grafiği yakalamayınca ofansif bek gerekliliğinin çok altında kaldığı bu kadroda ortalama üstü meziyetleriyle Insua fazlasıyla iyi bir transfer. Stoperde daha başarılı olduğunu düşündüğüm Hakan Balta’yı ortaya kaydırıp sola yerleşecek bir Insua, Galatasaray’ı daha dengeli bir hücum takımına dönebilir takım çünkü Baros'un arkasında Arda, Elano, Kewell, Misimovic ve Cana gibi bir havuzdan üç oyuncu seçecek bir takımın beklerden katkı alması gerek. Sakat Çağlar ve Sabri, formsuz Hakan ve Ali varken beklere güvenmek intihar olurdu. Insua savunma zaafları olsa da tekniği iyi bir sol bek, en azından orta yapabilen, pas atabilen bir oyuncu izleyeceğiz.

Insua transferini daha sonra açarız ancak bu kariyerde, 21 yaşındaki bir sol beki opsiyonlu kiralayabilmek, en azından bunu denemek önemli. Sadece parayı bastırıp transfer yapma alışkanlığından sıyrılabilmek de önemli bir husus. İki yılda 41 Premier Lig maçına çıktı, bu yıl altısı Şampiyonlar Ligi maçı olmak üzere 10 Avrupa kupası maçı var. Oynama alışkanlığıyla geliyor kısacası.Bence uyum sağladığı takdirde pahalı muadillerinin yanında en verimli transfer unvanını eline geçirebilir.

Bu iki transfer de güzel, hoş dursa da transfer ne için yapılır sorusunu da bir yandan gündeme getiriyor. Avrupa kupalarında ilerlemek için transfer yapması gereken Galatasaray, en kritik eleme maçına hiçbir yabancı transferi olmadan, üstelik Keita, Giovani gibi adamlarını kaybetmiş olarak çıkıyor ve yüz kızartıcı bir golle eleniyor. Peki o zaman Misimovic ne amaçla alınıyor? Dön baba dönelim mantığıyla üç-dört yılda bir kazanılması kesin bir yerel şampiyonluk için mi?

Artık başarılı olmak için transfer yapılmıyor, transfer başarının kendisi olmuş durumda. Galatasaray’a has bir durum da değil bu. Futbolumuzu saran bir hastalık... Tehlikenin farkında mıyız?..

Cevad Prekazi & Galatasaray

Transfer nöbeti kadar keyifli şey azdır ama bu sene Galatasaray'da bu keyfi yaşatmayacak o kadar çok şey yaşandı ki blogda defalarca hayranlığımı dile getirdiğim Misimovic'in şu kapıdan adım atıyor oluşu bile beni heyecanlandırmıyor, hatta hüzünlendiriyor. Tüm bu transferler hakkında farklı bir yazı yazacağım ama ondan önce yazılması gereken başka şeyler var. Bunlardan biri Cevad Prekazi'ye yapılan muameledir.

Ben Prekazi'yi canlı seyreden nesilden değilim ama özellikle 30 yaş ve üstündeki her futbolseverin hayranlıkla söz ettiği bir adam. Kendine has stili ve duruşuyla adını hafızalara kazımış, Galatasaray'la da tarihin en büyük başarılarından birine imza atmış. Galatasaray'a bağlılığı da şüphe götürmez. Onca sene aranıp sorulmamasına karşın Galatasaray'a her şekilde yardımcı olacağını söyleyen bir adam takımın yolu Sırbistan'a düşünce yine elinden geleni yaptı, yetmedi fellik fellik orta saha arayan takıma kendi izlediği ve kefil olduğu bir oyuncu önerdi. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, mesele o değil fakat böyle efsane bir adama "Tamam, oyuncuyu al gel" diyerek İstanbul'a getirtip görüşmeye almamak da nedir?

Transfer için düşünülen bir adam olumlu döndü diye Prekazi ve oyuncuyla görüşmeyen, geldiğiniz gibi gidin demek ahlaksızlık, kepazeliktir. Prekazi, "Çağırdılar geldik, şimdi gidin deniyor" diyor. Diğer taraftan o bölgeye bir anda önceden talip olunup ret yanıtı alınan bir oyuncunun ismi düşüyor. Yahu, madem fikir değiştirdin, görüşmeye alırsın, "Başka bir oyuncuyla anlaşmayı düşünüyoruz, teşekkür ederiz" dersin. Bir çay içersiniz, kapanır. Sadece Prekazi'ye değil oyuncuya da ayıp. Galatasaray'da insan harcamak ucuz olmamalı, bir oyuncu transferinde adam "Görüşelim, gelirim" demesi ayağına kadar getirttiğin efsaneyi ağırlamadan geri yollamaya sebep olmamalı. Hakikaten inanılmaz. Bu zihniyete, bu vurdumduymazlığa tahammül edemiyorum. Önce adam olalım, transfere falan gerek yok!...

Blog, Medya & Etik Üzerine


Aslında uzun süredir yazmak istediğim bir konu olsa da ifade edilmek istenen fikir bütünlüğünün ne kadar dolu, ne kadar saf yazılırsa yazılsın, yeterince aktarılamayacağına inanırım. Bu konunun öznesi de sizseniz zaten kafadan bir çıkmazın içine girmişsiniz demektir. Blog yazarı olsun olmasın, kalemini çok beğendiğim bir adam olan Borges bile kendi fikrini, duruşunu ifade edeceğim, insanlara -bence haklı- durumunu aktaracağım derken helak oldu çünkü özne kendisiyken ne derse desin, söyledikleri okuyucunun algı çerçevesine takılmak durumunda. Bu sebeple Borges'e gelen benmerkezcilik ve egoistlik iddiaları yazılanları gölgeleyecektir. Bu kötü niyetten ileri gelen bir durum değil, insan doğasının bir gereği. Buradan girmemin sebebi hem üstüne fikir sahibi olduğum hem de öznesinde yer aldığım bir konuyu kısmen de olsa bu algının dışına çıkarabilmektir. En azından ricam bu yönde olabilir.

Hayatı üzerine düşünen ve çevresini sorgulayan her insanın içinde -ideolojik olsun, olmasın- bir devrim, değişim beklentisi vardır, hayatın her alanında... Çünkü insan hayal kuran bir varlıktır, kendi idealleri çerçevesinde bir dünya yaratma ya da o yönde ilerleme hazzı başka hiçbir şeyden alınmaz. Okulda, işte, günlük hayatta karşınıza çıkabilen her alanda doğruyu, ideali ararsınız. Gazete okuyan ve futbolla ilgilenen birisinin de Türkiye'deki futbol medyasının çapsızlığı üzerine düşünmesi ve bunun değişmesi gerekliliği sonucuna varmasından doğal bir şey de olamaz fakat ayrımında olamadığımız bir şey var. Şu anda göz önünde olan, belki de ileride yerini başka bir ifade etme biçimine bırakacak olan blog yazarlığı, konumuz özelinde futbol blogu yazarlığı bu medyaya alternatifliği beslese de hem çıkış noktası, hem de yapısı itibariyle medyaya alternatif değildir arkadaşlar. Futbol blogları kendi içerisinde bir kültürdür, felsefesinde de futbolun derinliğinden beslenen yazma, kendini ifade etme dürtüsünden ileri gelir. Senelerce Fenerbahçe'yi takip etmiş bir insanla Galatasaray'ı takip etmiş bir insanın bile bambaşka birikimleri oluyorken yüzlerce, binlerce insanın bunu yazıya dökme fikrini hayata geçirmesidir futbol blogları. Özünde bir tepki olsa da, medyaya alternatifliği içerse de bu küme içinde tanımlamak bence yeterli değildir.

Futbol blogu, daha doğrusu blog yazmanın temelinde yatan unsur kendini ifade etme isteğidir. Daha da saf haliyle kendini ifade edip bunu okuyanlarla fikir, düşünce alışverişi haline getirebilmektir. Bakın, forumların çıkış noktasına bakarsanız da benzer bir ihtiyaç göreceksiniz. Forum da benzer duygu bütünlüğündeki insanların bir araya gelerek birbirleriyle iletişime geçmesini amaçlar ve kökeninin daha çok forumlara dayandığını düşündüğüm bloglar da bu alışverişi daha öznelleştirme ihtiyacı duyan, belki de o topluluktaki baskın fikirlerden sıyrılmak isteyen insanların yöneldiği ve büyüttüğü bir kültürdür. Ortada bir okuyucu kitlesi de varken insanın kendini bireysel olarak ifade edebilmesinin, çok dillere pelesenk olsa da yozlaşmış haliyle değil, kelime anlamıyla egosunu tatmin edebileceği bir platformdur bloglar... Yani özet geçersek medyayla ilintili olsa da temelinde iletişim yatar blogun ve futbol bloglarına da futbol medyasının alternatifi elbisesini giydirmek bir süre sonra beklentileri hayal kırıklığına dönüştürecek, hedefi de beklentilere karşılık veremeyen bloglara, dolayısıyla bu blogları yazan insanlara çevirecektir. Çevirdi de daha doğrusu..

Bu noktada Blog-Medya ilişkisine bir göz atmak lazım. Türkiye'nin yakın tarihiyle de ilintili olarak her konunun detaylarına inemeyen, sinik, bir süre sonra bunu alışkanlık haline getirmiş tembel, hantal bir medya var ve özellikle zaman kısıtı olmayan internetin yaygınlaşmasıyla çoğalan ve genişleyen, daha fazlasını talep eden insan kitlesinin isteklerini farklı şartlarda gelişmiş bu medyanın karşılaması mümkün değil. İnternetteki gelişim de öyle bir noktaya doğru gitmekte ki bu klasik, kimine göre ana akım medya da kitlesi doğrultusunda evrilmek durumunda artık. Bunu "seksi fotoğrafları için tıklayınız" gazeteceliği olarak yapanlar çoğunlukta olsa da nitelikli, düşünen kitle olarak tanımlayabileceğimiz bir okuyucu kitlesini de hedeflemenin zorunluluğu medyayı bir açmaza itiyor. Elitist konuşuyorsun diyenleriniz olabilir fakat bir şeyleri değiştirme arzusu olan, her meseleye kafa yoran, daha fazlasını talep eden bir toplum değiliz maalesef, iki kere ikiye dört demek gerek. Belki bu hale itilmiş bir toplumuz ama talepkâr kitlenin azınlıkta olduğu, her insanın temelde katılması gereken, insani taleplerin bile geniş kitlede yankı uyandırmadığı bu yapıda düşünen her insan kendi çapında bir azınlıktır. Buna elitist adını koymak bence yanlış olsa da ayrışan bir kitle vardır. Bu futbol okur-yazarlığında da var. Yani toplamda seçici olan sürecin bir sonucu olarak ortaya çıkmış bloglar değil blogun okuyucu kitlesidir benim nezdimde.

Tekrar işin medya tarafına dönelim. Eğer spor medyası üzerine doğru bir profil çıkarılmak isteniyorsa medyanın homojen bir yapı olmanın çok uzağında olduğunu ve özelleştiğini kabul etmemiz lazım ve aslında blog yazarlığından gazetelerde yazmaya geçiş yapma fırsatı elde edenlerin de aslında internet kültürüne hakim, buralardan beslenen gazetelerde yer aldığını göreceksiniz. Yani blog yazarlarını sömürelim hacı diyen adamlar değil, bu insanlara hakikaten değer veren ya da yazılarında farklı bir şey gören insanlardır. Ben hiçbir blog yazarının Ercan Saatçi tarafından keşfedilip Hürriyet'e kazandırıldığını görmedim mesela. Radikal, Taraf ve BirGün spor servisleri bu noktada anaakım diye eleştirilen medyadan hem içerik, hem de internet kültürüne bakış olarak ayrılır. Bu noktada "Sen oralara gittin, davayı sattın" sığlığında bakılmadığında aslında benzer bir kültür ve okuyucu kitlesinden beslenen yerler olduğunu göreceksiniz. Kendimden örnekleyeyim, Taraf Spor Servisi'nin başında Ekiş Sözlük'ün tanınan yazarlarından Arvo'nun yani Ali Murat Hamarat'ın olduğunu, altı kişilik serviste yine Ekiş Sözlük'te koparnick olarak tanınan, Love Game Tennis yazarı Onur Akmeriç'in de çalıştığını söyleyebilirim en basitinden. Yani anaakım medya denen olgu içinde tam olarak yer almayan, aksine blog, daha geniş kümesiyle futbol üzerine içerik üreten internet evreninde yer alan insanların anaakım medyada kendi platformlarını oluşturmaya başlaması süreci var daha çok. Medya bu insanları kendi potasında eritmiyor, bu insanlar medya içerisinde kendi kimlikleriyle bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Kimse kimseye "Sen blog yazarısın, gel Pazartesi Milliyet'te başla" da demiyor. İnternet kültürü biz istesek de istemesek de gazeteleri dönüştürüyor zaten.

Bu noktada iki başlık belirleyip "1-Stajyerliği ya da emeğinin karşılığını almamayı göze alıp isminin çıkmasını isteyen X bir blog yazarı (ki yüzeysel bakılırsa ben girerim bu tanıma, öyle değil) 2-Blog sermayesini sömürmek isteyen dış mihrak gazeteciler" diye bir ayrım yok. Medyada bir ayrım varsa bu iki grubu ben şu şekilde tanımlarım:

1- Bu futbolu bildiğimiz hamasi, içi boş ve en azından bize bıkkınlık veren türde, saha dışında yönetim, hakem, teknik adam üçgenine sıkışmış bir şekilde yorumlayan ve çoğunlukla eski futbolcu ve hakemlerden oluşan, anaakım olarak tanımlanan topluluk
2- Bu düzeni değiştirmeye çalışan, futbolun özüne değer veren, mümkün olduğuna içerik üreterek bir şeyler yapmaya çalışan topluluk

Konuyu blog yazarları özelinden çıkarıp genel medya perspektifinde bakarsak internetin yükselişi ikinci grubun gittikçe güç kazanmasına yol açtı ve bugün en önemli yorumculardan biri olarak görülen Mehmet Demirkol'u, Bağış Erten'i, Uğur Meleke'yi en iyi spor yazarları dendiğinde akıllara gelen isimler arasına soktu. İsimler özelinden gitmeyelim, birini beğenip öbüründen tiksinebilirsiniz, o subjektif bir konu ve buradaki mesele o değil. Mesele dediğim gibi futbol medyasında yükselen bir cephe var ve internetteki spor kültürünün yoğunlaşmasının bir sonucu olan blog yazarları da bu adamlarla aynı gemide bulunuyorlar. İstesek de istemesek de yazdığımız yazılarla, ortaya koyduğumuz verilerle ve bu üretimi takdirle karşılayan okuyucu kitlesinde geniş bir kesişim kümesi var. Yani blog yazarlığından gazeteye geçiş en azından benim açımdan birbiriyle çelişen, tırnak içinde "davayı satma" olarak adlandırılacak bir durum değil. Zaten üstte de anlattığım gibi dava diye adlandırılan beklentiler de blog yazarlığının yükselişinin kökenini bence doğru yorumlanmaması sonucu ortaya çıkmış, lakin özünde çok da yanlış demekten imtina ettiğim düşüncelerdir. Yani şu gün Taraf gazetesine haber, köşe, maç yazısı vs. gibi içeriklerle katkıda bulunuyor olmam bence blog yazarlığımla çelişen bir konu değil. Zaten klasik medyadan yayılmasının, dile getirilmesinin doğru olduğunu düşündüğüm konularla klasik medyada çeşitli sebeplerle dile getirilemeyecek -ki bu sebep çoğunlukla yazı uzunluğu ve okunabilirliğidir- konular arasında fark vardır ve internette yani blog üstünde kendimi ifade etmek benim için çok daha kolaydır. Yani tutup da "Ya gazeteci ol, ya blog yazarı" demenin bence alemi yok. Kaygı özgürlükse dışarıdan bakıldığında teorik kısıtlar olabileceği düşünüldüğü halde ben pratikte hiç böyle bir sorunla karşılaşmadıö. Hafiften "ya sev ya terket" mantığını da içinde barındıran bu yaklaşım fazlasıyla dışlayıcı ve içe kapanık geliyor bana. Blogda temel olan yazıysa ve yazar kendisini kısıtlanmış hissetmiyorsa bu konuya yoğunlaşmanın anlamı olmadığına inanıyorum. Eğer okuyucular böyle düşünüyorsa tercihini yaparak okumamayı tercih edebilir zaten. İnternet aleminin temel özgürlüğü de budur, kimsenin kimseye zorla bir şeyler okutma tekeli yok. Kendi doğrunuzu yaratabiliyorsunuz takip ettiklerinizle ve bu konuda kimseye hesap vermek durumunda değilsiniz, değilim.

Medyadan bağımsız olarak bir de son üç senelik süreçte oldukça genişleyen ve kendine has bir yazar/yorumcu/okuyucu kitlesi oluşturan blog küresinde bu değişime karşı olanlar var ki bu meselenin temelinde yatan da esasen bu tepkidir. Blog İdman Yurdu projesiyle işin reklam/maddi kazanç tarafına tepki oluşturan, gazeteye/televizyona geçişlerle "dava" algısı sebebiyle samimiyet sorgulamasına yol açan bu kümelerin tam ortasında yer alan birisi olarak tavrım ne olursa olsun, bu tepkiden nasibini ziyadesiyle alanlardan biri oldum. Etraftaki birçok yazıyı okurken verilen örneklemelerde kendimi görmem de çok da şaşırtıcı değil açıkçası zira değişen algı meselesini görmemek için kör olmak lazım.

Geçen perşembe, Eursport spikeri ve Taraf gazetesi yazarı olan Dağhan Irak'ın "Bloglamak ya da bloglamamak..." başlıklı yazısı etrafında başlayan ve genişleyen tartışmayı gözlemlediğimde doğruluk payı olan argümanlar da bulunmakla birlikte bence yanlış yorumlanan hususların olduğunu düşünüyorum. Kendimce bunlara değinmek istiyorum kısa kısa ki bunların çoğu kişisel olacak... (Yazı zaten uzun) Bunların ilki ve bence en yanlış olanı bloglarda teknik/taktik içeriğin yer almasının samimiyetsizlik ya da "futbolu çok biliyorum" egosunun bir ürünü olduğunun iddia edilmesi ki bu tartışma temelindeki yazıda da geçiyor. Futbolun sadece saha içi unsurlardan beslenmiyor olabilir ama futbolun oyun kısmına da bakmak gerekliliğini "4-2-3-1, 4-3-3 ne ya" argümanıyla çürütmek fazlaca yüzeysel ve futbolun kendisine bir bakıma ihanet gibi geliyor. Tamam, taktikler, dizilişler herkesin ilgi alanı olmayabilir ama her maçın özünde olan bu konuya eğilmenin ve saha içine yoğunlaşarak buradan çıkarım yapan ve beslenen yazılar yazmanın nesi kötü olabilir? Blog kültürünü farklılaştıran en önemli unsur bence insanların futbol üzerine Türkçe içerik bulamaması ve blogların bu noktada bir ihtiyacı tatmin etmesiydi. Anaakım medya eleştirisi yapılırken maç haricinde her şeyin konuşulması konusunda hemfikir olan insanlar niye üretilen bir içeriğe karşı çıkar ki. Bu noktada zaten herkesin tercih hakkı var ve futbol üzerine yazmaya çalışmanın garipliğini ben anlayamıyorum. Noat Samisa'yı açıp okuyun en azından. Orada dahi blog kültürüne uymayan bir şey görüyorsanız zaten baya bir farklı düşünüyoruz demektir.

Bir diğer temel eleştiri Borges'in de bu konuyu üstüne alınmasına ve muhtemelen yukarıdaki tepki bütününü oluşturan kişiler tarafından hedef tahtasına konmamış kişilerden biri olmamasına rağmen çıkış yapmasına sebep olan konu: Amatör blog yazarlığından gazetelere, daha doğrusu yazılı/görsel basına geçiş yapma arzusunun etik olmadığı konusu. İşi biraz da kişiselleştirip "Kişi kendinden bilir işi" desturundan hareket edersem bu isteğin temelinde Borges'in de tanımladığı "Hayatını futbol yazarak yani sevdiği işi yaparak kazanma fikrinin cazibesi" yatıyor. Benim için de bu böyledir. Blog ve medyanın birbirine düşman değil iki ayrı ve yeri geldiğinde paralel kulvarlar olduğuna inandığımı yukarıda uzun uzun açıkladım. Yazı yazmayı severken eğer kendimi geçindirebilecek düzeyde bir gelir elde edebileceksem bunu tercih etmemek için de bir sebep göremiyorum. Aileden ya da X bir öğeden bağımsız bir hayat kurabilmek için haftanın neredeyse altı gününü bir iş dalına satmak zorunda olduğumuz şu dünyada bunu zul olarak görmeyeceğim, yaparken keyif alacağım bir alana yönelmek de yeterince insanidir.

Seni farklı kılan ne, hatta sen kimsin de diyenler de çıkabilir lakin bu çözüme varacak bir tartışma değil. Blog yazarken devamlılığı sağlamak nasıl bir süreç işiyse bu da benzer bir sürecin sonunda gerçekleşiyor. Esas sorun bu yönde eğilim gösteren insanların bunu ulvi amaçlarla yapıyormuş gibi gösterme eğilimi olduğunun sanılması. Kendi adıma konuşursam hakikaten yok öyle bir şey... Söz konusu farklı bir iş ve blogda yazıp yazmamak çok da mühim olmuyor, en fazla yardımcı olmuştur. Farklılık yaratılan nokta haber, köşe yazmak istediğiniz konunun gazeteye girmesi muhtemel diğer konulardan daha kaliteli ve ilgi uyandırıcı olup olmayacağıdır, blog yazıları da en fazla bir dayanak olabilir bu önerilerde. Ben blogumla medyayı değiştiriyorum temeli olan bir fikir değil bu açıdan. Blog yazarı bir şeyi değiştirmez, ben Uğur, o Orhan, öbürü Veli, başkası Gürcan olarak değiştirir. Bunun da blog yazarlığıyla ilintisi yoktur. Bloglar değil internetin kendisi uzun süredir medyayı değiştiriyor, dönüştürüyor. Birkaç blog yazarının buraya yönelmesi de sebep değil sonuç olabilir en fazla.

Fakat bu noktada da "Kariyer için blog" mu sorusu gündeme geliyor ve dananın kuyruğunun koptuğu nokta burası. Bir etik tartışması varsa burada yapılmalıdır. "Kariyer için blog tutma" kavramının pratikte bir karşılığı olmadığına inanıyorum ben. Bloglara kendi kültürü içinde gelen okunurluk desteği yardımını almış insanlar olabilir ama bu amaçla blog tutmaya başlayarak devamını getirmek bence mümkün değil. Özellikle Futbol Blog'un ardından gelen Yenilsen de Yensen de'nin getirdiği geçici popülerlik -ki bana da kendimi ifade etme fırsatı vermiştir bu program- blogları belli bir noktaya doğru itmiş olabilir, bu eleştiriye daha doğrusu tespite sonuna kadar katılırım lakin bu amaçla yola çıkmış birisinin bence yetkin bir blog yazarı olması çok zor çünkü blog tutmanın felsefesi diye yukarıda tanımlamaya çalıştığım gibi amacında içerik üretmek, birikim paylaşmak ve insanlarla ilgili konuda iletişim ihtiyacını gidermek var. Bunlar olmadan blog yazmaya çalışmak bir süre sonra geri tepiyor bence. Ayrıca bu şekilde yola çıkıp da başarılı olan blog varsa da yargılamaktan ziyade helal olsun diyebilirim, zaten birikimi olan birisi içerik üreterek bir yerlere gelebilmişse niye kızılır ki o insana? Ben takdir edebilirim en fazla. Etiklik noktasında tartışılması gereken ve atlanan bir diğer boyut bence medyadan gelerek blog kültüründen faydalanma arzusu ki onu ayrıca açmak gerekir. Yok eğer Futbol Blog ve Yenilsen de Yensen de öncesi döneminden beri var olan bloglar da bu kariyer-blog eleştirisi içinde yer alıyorsa, hatta temelini oluşturuyorsa gazetede,televizyonda, medyada yer almanın blogun içeriğine etki edip etmediğine bakmak lazım. Blogun içeriğini ve çizgisini kaydırmadan bu yolda ilerleyen birkaç adama da fazlaca anlam yükleyip "Din elden gidiyor" ana fikirli, fazlaca teorik eleştiriler getirmek bence gereksizdir, daha doğrusu eleştiri getirirken dozajı ayarlamak ve bunu insanca tartışabilmek gerekir. Tanımadığınız insanlara "Senden tiksiniyorum" deyip arkasından saydırdıktan sonra "Eleştiri kaldıramıyor" demek hakikaten komik oluyor yoksa...

İşin reklam/kapitalizm/anarşizm/BİY eleştirisine fazla girmek istemiyorum çünkü temel sorunu gözlerden kaçıracak ve dağıtacak bir unsur. Eleştiri elbette getirilebilir, belki de getirilmelidir lakin konuyu buraya indirgemenin doğru olmadığına inandığımı belirteyim sadece.

Bu yazıda kendimden örneklemelere gitmiş olsam da yazıyı kimseye bir cevap verme niyetiyle değil, kendimin de bu konuya birçok yönden bakabilme şansına sahip olduğumdan fikrimi ifade etme isteğimden dolayı yazdım. En başa dönersek kendi fikirlerimi ve argümanlarımı ne kadar uzatırsam uzatayım, tamamen aktarmam zor ama çerçeve saygı sınırlarını geçmeyeceği sürece her türlü fikre saygılıyım. Zaten herkesi ikna etme gibi bir zorunluluğum yok, daha da ötesine geçersek bu yazıyı neden yazdığımı sorgulayacak, gereksiz bulacak okuyucuların olduğunu da biliyorum. Futbol blogları üzerine blog tutmanın işin özüne aykırı olduğunu düşünen biri olarak bekleme sebebim de budur lakin bazen de yazmak gerekiyor işte...

Eskişehirspor 1-3 Galatasaray || Geleceğe Dönüş...

Galatasaray, savunma yerleşiminde ağır defoları olan, ayağı yere sağlam basmayan bir takım ve buna içeriden ya da dışarıdan bir çözüm bulunmadığı sürece zirveye oynama şansı yok. Bu hâlâ masada duruyor lakin Galatasaray, defolarına rağmen kazanabileceğini bugün gördü. Bu bile fazlasıyla önemli...

Frank Rijkaard, hazır olmayan oyuncuları ilk 11'de oynatmak konusunda tutucu bir hocadır, bugüne kadar her zaman tercihini hazır olandan yana kullanan Hollandalının bugün Elano'yla başlamasının bir anlamı var.

Takımın hücum kapasitesinin Arda ile Baros arasındaki paslaşmalar arasına sıkışmasından rahatsız olduğu açık olan hoca, daha 20'de yüzünden terler boşanan Elano'yu kullanarak takımın hücum yetersizliğine vurgu yapmıştır ve sahaya bakıldığında bu tespitin ne kadar doğru olduğu gördük. Eli rahatlayan, yalnız kalmayan bir Arda Turan'ın performansını katladığı bugün görüldü. Elano'dan pek haz etmediği bilinen Arda da umarım bunun farkındadır.

Aslında üretilen pozisyonlara ve gollere bakarsanız "Şuna dikkat" diyebileceğimiz bir gelişme yok, ikinci golün haricinde. Onda da rakip tarafından boşluk bırakılınca daha rahat olunca Galatasaray'ın pas yaparak kaleye inebildiğini gördük. Pozisyonu baştan izlerseniz Eskişehirspor'un verdiği açıkların kendi yerleşim hatalarından kaynaklandığını göreceksiniz. Kendi zaafının rakibin ne kadar işine geldiğini görmüştür belki Galatasaraylılar...

Eskişehir de problemli bir takım ve iyi birkaç ekleme yapsalar da geçen sezonki ekibin üzerine koyan, yetenek takviyesi yapan bir takım hüvviyetinde değiller. Taraftarın 3-1 sonrasındaki tepkisi de bununla ilintili diye düşünüyorum. Porto patentli Pele'yi beğendim, özellikli bir oyuncu olduğunu belli ediyor ama henüz maksimumunu ortaya koyacağı bir ortam yok. Batuhan da fit olmaktan uzak. Şu adamın ortalama bir performansla gol krallığına oynayabileceğini bilirken bu şekilde oynamak. Kendisinden Hakan Şükür olmasını bekleyen yok ama bari Mario Balotelli olsun! (Kaliteden ziyade oyun karakteri)

Daha önce de dediğim gibi, Karpaty maçı Galatasaray'ın kimliğinden ve amacından sanılandan çok şey götürdü. Bu sezon alınacak herhangi bir derece o kadar da anlamlı değil. Becerebilsem uzaktan takip eder, skorlara üzülüp, sevinmekle yetinirim ama bunu yapamayacağımı biliyorum. Yine de taraftarlık başka yahu, yine de sarı-kırmızıyı sahada görünce insan kazanmasını istiyor. Ligde 10 mağlubiyeti Karpaty maçının son dakikasına değişecek olsam da Galatasaray'ın kazanması güzel. Özlemişiz...

Sivasspor 0-2 Bursaspor

Maçın tarafları Galatasaray'ın ilk iki haftada karşılaştığı Sivasspor ve Bursaspor olunca hem alabileceğim bir temel hem de farklı bir maç üzerinden Galatasaray üzerine çıkarım yapabilme fırsatı oldu. Bin kere söyledim belki ama yine söyleyeyim. Süper Lig'in gerçekten nasıl bir lig olduğunun fotoğrafını bu maçlarda çok daha net çekebiliyorsunuz. Türkiye'de üç büyükler algısı rakip takımlar için de mevcut ve bize sunulan bu yeni imkan için fazlasıyla memnunum kendi adıma...

Bursaspor bu ligin açık ara en Avrupai takımı, ilk önce bunu söylememiz gerek. Taktik disiplinden oyunun psikolojisine hakim olmaya, sakin kalmaya kadar klasik başıbış Türk takımı görüntüsünün ötesine geçebilmeleri, benim de Galatasaray maçında söylediğim gibi vasat bir oyunla dahi kazanmalarını sağlıyor. Bursaspor bir hücum takımı değil, daha çok oyununun merkezine alan paylaştırmayı koyuyor. Ön bölgedeki elemanlarıyla, Ergiç-Hüseyin ikilisinin muazzam uyumuyla, beklerini oyuna sokması ve verimli kullanmayı bilmesiyle öne çıkıyor Bursa. Maçlarını yılın bir başka underdogu Young Boys maçı gibi izleyip sonra az pozisyon buluyorlar demek doğru değil bu sebeple. Daha çok oyunu kontrol etmeyi beceriyorlar diyebiliriz.

Süper Lig özellikle Galatasaray'ın 2006 şampiyonluğu sonrasında müthiş bir ivme kazandı. O dönemde ofansif oynayanın parsayı topladığı lig düzeniyle bugünün Süper Lig'ini tanımlayamıyoruz. Bu değişimin en önemli yansıması ise organizasyonu üst düzey olmayan takımların santrforlarının ne kadar kaliteli olurlarsa olsunlar, maç başına bir golü bırakın, üç maçta iki gol atacak performansa ulaşmalarının mümkün olmaması. Fatih Tekke'den sonra 30 gol barajına yaklaşan kral yok ligde. Bu da şampiyonluğa oynamak isteyen her takıma forvetin dışında iyi "ikinci skorer" ya da skorerler bulmalarını zorunlu kılıyor.

Galatasaray'da Harry Kewell, Fenerbahçe'de Alex bu işi üstlenmeye çalışıyor ama bu açıdan çok yalnızlar. Beşiktaş da keza geçen yıl Bobo'nun yanına düzenli skor bulan bir oyuncu sokamadıkları için iyi bir savunma takımı olmalarına rağmen -ki ligin en önemli gerekliliğidir- şampiyonluk yarışında var olamadılar. Bu açıdan Bursaspor açık ara ligin en iyi takımı ve özellikle bu sezon Volkan Şen bu rolünü bu sene daha da ileriye taşıyacağını gösteriyor. Milli takıma seçilmemesini mantıklı bir şekilde gerekçelendiremiyorum ben, bence bölgesinin en iyi yerli oyuncusu. Yarı kanat, yarı merkez oyuncuları bu ligde iş yapar, Arda Turan da stil olarak farklı olmasına rağmen benzer bir profil çizerdi ilk çıkış yaptığı yıl. Geçen yıllarda Volkan Şen'i maç seçmesi sebebiyle çok eleştirmiştim lakin adam oynuyor beyler demenin vakti geldi, geçmekte...

Biraz önceki kontrol oyunundan devam edersek teknik patron Ertuğrul Sağlam'ın tempo ihtiyacı gördüğünde kenardan Sercan Yıldırım'ı sokma gibi bir lüksü var ki bence bugün yalnız kalsa da önce Nunez, sonra Sercan formülünü çok doğru bir tercih olarak görüyorum. Göbekte de Insua'yı yavaştan ısındırma çabaları var. Insua henüz yeterli etkinlik gösteremiyor hücumlarda ama o da vites arttırırsa takımın hücum kimliği de biraz daha ön plana çıkacaktır. Bu müdahelelerle gelen tempoda sol bek Vederson'un içe kayıp kısa diyebileceğimiz türden bir ortayla Volkan'ı kaçırması golü getirdi. Golün arkası zaten Bursaspor'un sazı iyice eline aldığı bölümler ki Sercan'ın kaçırdığı akıl almaz iki pozisyon var 88 sonrası. Blog okuyucularından Arda'nın (Spooky) hatırlatmasıyla geçen yıldan kalma "Avrupa'nın en iyi genç golcüleri" başlıklı yazıya baktım da o listede yer alan birçok isim sıçrama yapmış, başta 15 milyon avroya CSKA'ya geçen Doumbia olmak üzere. Girer girmez pas tekniği ve oyunu okumasıyla farkını belli eden Sercan'ın bu son vuruşlardaki gerilemesi, daha doğrusu güvensizliği hakikaten şaşırtıcı. Kısa sürede aşması gerek bunları...

Galatasaray temelli izlediğim ilk hafta karşılaşmasında Sivasspor'a haksızlık ettiğim kanısına vardım bugün. Gayet derli toplu, kapasitesi belli olsa da homojen bir ekibe sahipler. Mesut Bakkal olabildiğince verimli bir şekilde dizmiş takımı, kanatların konumuna göre 4-2-3-1'den 4-4-1-1'e kaçan bir görüntüleri var. Abdurrahman hâlâ şu ligin en iyi beklerinden biri bana göre, simetriğindeki Ferhat da Sivas ölçülerinde iş görüyor. Onun önüne koydukları ters ayaklı Cihan merkeze kaçıp çok gol buluyor ki Mehmet Yıldız'ın yokluğunda Ankaraspor kıyağıyla Süper Lig'de tutunmayı başaran Sivasspor'un açık ara en iyi transferiydi. Golü koklamayı iyi beceriyor, şutu da var. Sempati duyduğum adamlardan biri. Ceyhun'un gelişi ve Mehmet'in dönüşüyle iyi bir kimya yakaladılar, yakalamak üzereler. Sağ açık oynayan yabancıları Zita'yı da epey beğendiğimi söylemeliyim.

Maçın son çeyreğinde Bursa'nın soldan geldiğini gören Mesut Bakkal, Antalyaspor döneminde ligin en formda sağ bekleri arasına yazılan Uğur Kavruk'u alarak Vederson-Ozan ikilisine çözüm üretmek istedi ama yetersiz kaldı. Golden sonra duran toplarda bence ligin en iyi stoperlerinden olan Sedat Bayrak'ın vuruşu puan da getirebilirdi Sivas'a, olmadı. Enseyi karartmalarına gerek yok, en azından Galatasaray ve Bursaspor maçları performanslarına bakarak bu sezon ligde pek zorlanmayacaklarını düşünüyorum.10-14 arası rahat bir yerde ligi tamamlarlar.

Son olarak Cüneyt Çakır'ın performansını çok beğendiğimi de eklemeden geçmeyeyim, kritik penaltı pozisyonlarında bence çok başarılıydı. Vücut dilinde de geçen sezonlara göre ilerleme var. Hem UEFA'dan gelen üst düzey görevlendirmelerden dolayı özgüveni yüksek, hem de bu işin eğitimini alıyor anladığım kadarıyla. Bu adamı bir derbi uğruna az kalsın yemek üzere olduğumuzu düşününce doğru olduğuna inandığımız pek çok şeyin aslında yakından bakınca öyle olmadığını farkettiriyor insana...

Fotoğraflar: Ajansspor

Karpaty Faciası

Mart sonu kongre yapmış ve oyunu istikrardan yana kullanmış bir Galatasaray, ağustos sonunda Avrupa'ya veda ediyor. Ağustos... 10 yıl önce bugün sezonu yeni kapatmış, yenisine yelken açan bir takım olan Galatasaray için bundan acı ne olabilir diye düşünüyorum, bulamıyorum. Boğazım düğümleniyor. Uyduruk bir UEFA elemesinde Galatasaray bağıra bağıra, haykıra haykıra eleniyor. Kimse 2.Tromsö Faciası demesin. Tromsö maçına çıkan kadroya yapılan yatırımla bugünkü kadro arasında dağlar, ovalar, bayırlar, kıtalar arası fark var. Üç senede 40 milyon avro harcamış, bu dönemde en pahalı yerli oyuncu olarak Hakan Balta'ya 1 milyon avro+Ferhat Öztorun'u vermiş bir takımız ve şu an itibariyle kimsenin para diye sızlanmaya hakkı yoktur. Fatih Terim'in ikinci dönemi de dahil olmak üzere böyle bir fiyasko yoktur ve bu akşam Galatasaray tarihine geçmiş kara bir lekedir.

Üstelik tüm bunların farkında dahi olmayan bir bütün var Galatasaray'ın başında. Tek sözüm var bu sezonla ilgili. Şov için, taraftarı sakinleştirmek için yapılacak her 'yıldız' transfere verilecek kuruş kadar küfür ve beddua ederim. Galatasaray için değil, kendi kıçını kurtarmak için transfer yapacaklarsa gelen adam da bu sezon düzenli oynayıp aşama kaydedecek profilde adamlar olsun. Emre Çolak, Cumhur Yılmaztürk, Musa Çağıran şans bulsun. Biz bu sezon yerli ve genç bir iskelet oluşturacağız denilsin. Bunu yapan yönetime sünger çekerim ancak. Yarın gidip "Galatasaray'a layık transferler yaptık, önümüze bakıyoruz, şampiyonluk bıdı bıdı" derse benim nezdimde çapsızlığı tescillenecek ve Galatasaray'ı sırf Galatasaray olduğu için izleme lanetim dışında mümkün olduğunca uzak durmaya çalışacağım. Galatasaray'ın bir beş yılı daha çalınmıştır, Galatasaray artık bir Avrupa takımı değildir. Bunun ötesi yok. Zaten en kötü dört yılda bir döne döne alınan yerel şampiyonluğunuzu da alın başınıza çalın...

Bursaspor, Manchester United, Valencia, Rangers: Yetmez Ama Evet...

Şampiyonlar Ligi'ne ilk kez katılan takımların gruplarında üçüncülüğe oynadığı senaryolar belli... İlk iki torba takımı ne kadar güçlü olursa üçüncülük hesabının son iki takım arasındaki maçlara kalma ihtimali artıyor. Geçen sezon UEFA Avrupa Ligi'ni kazanan Atletico Madrid, Şampiyonlar Ligi'nde sadece üç puan aldı. Üç puanlı diğer takım Anorthosis de çıkabilirdi o gruptan. Yani yedi-sekiz puan toplayan, fazlaca iyimser tahminler yerine üçüncü torba takımının, yani bu durumda Rangers'ın mümkün olduğunca az puan alacağı bir grup oluşması gerekiyor.

Grup maçlarında Bursaspor'un ana rakibi Rangers. Basel ve Kopenhag'la birlikte Bursaspor'a en uygun rakiplerden biriydi bana göre. Braga, Tottenham, Schalke gibi ekipleri düşününce Şampiyonlar Ligi takımı kimliğini kaybetmiş bir Rangers'ı tercih ederdim ben. Bu eşleşmeden alınacak dört, minimum iki puan Bursaspor'a şans sağlayacaktır. Gerisi kimin iç sahada daha çok puan toplayacağıyla ilgili.

Valencia'yla hangi haftalarda oynanacağı, o maçlarda alınacak ekstra puanlar da önemli. Kolay mı, değil. Şampiyonlar Ligi deneyimi olmayan her takım için böyle bu iş fakat ben ümitsiz değilim, en azından Barcelona, Chelsea ve Werder Bremen'i çeken Levski pozisyonuna düşmemek mühimdi. En azından umut var diyebiliriz. Gündemden bir alıntı yaparak söylersek "Yetmez ama evet!"

A Grubu: Inter, Bremen, Tottenham, Twente 
B Grubu: Lyon, Benfica, Schalke, Hapoel Tel Aviv 
C Grubu: Manchester United, Valencia, Rangers, Bursaspor 
D Grubu: Barcelona, Panathinaikos, Kopenhag, Rubin 
E Grubu: Bayern, Roma, Basel, Cluj 
F Grubu: Chelsea, Marsilya, Spartak, Zilina 
G Grubu: Milan, Real Madrid, Ajax, Auxerre
H Grubu: Arsenal, Shakhtar, Braga, Partizan

Hung

Bir dizinin başında karıncalı bir ekran üzerinde HBO yazan bir logo görürseniz etrafınıza bir bakıp annenizin, babanızın ya da en azından 16 yaşından küçük bir bireyin olmamasına dikkat edin zira dizileri 'bütün çıplaklığıyla' vermeye çalışan bir kanal izlemektesiniz. Entourage, True Blood... Bu eğlencelik, yarı cıbıldak dizilerin en azından benim için yeni olanı Hung...

Başrolde Ray adında bir tarih öğretmeni var. Gençken lisenin yıldızı olan, okulun en sağlam kızını tavlayan ve profesyonel olacak kadar iyi bir beyzbol oyuncusu olan Ray Drecker'ın hayatının geri kalanı pek istediği gibi gitmiyor ve lisede tarih öğretmenliği ile birlikte basketbol koçluğu yapmaya başlıyor. Dizinin başında karısını lisedeki inek arkadaşına kaptırmış, ikiz çocuklarıyla birlikte yaşıyor Ray ancak evinde çıkan yangın sonrası çocukları karısına vermek durumunda kalıyor. Evi yaptıracak parasının da olmadığı malum. O da hayatındaki tek dala tutunuyor. Soyut değil somut olarak. Aleti epey sağlam bu abimiz kendi çapında bir Rocco Siffedi olduğundan amatör olarak jigololuğa başlıyor ve olaylar gelişiyor.

Ray'in yanı sıra bu abimizin pezevenkliğini üstlenen arkadaşı Tanya epey eğlenceli bir karakter. Ray'in eski karısı Jessica ve etrafındakiler de dizide epeyce işleniyor. Hatunu bol, zaman zaman komik bir dizi. Amatör ligden profesyonelliğe doğru ilerleyen, tarih hocası bir jigoloyu izlerim ben diyorsanız kaçırmayın. İkinci sezon sekizinci bölümü yayınlanan dizi hali hazırda sürüyor...

ST Süper Lig & MaçYazıları.com

Türkiye'de futbol yorum programlarının çoğunun lig maçından daha fazla izlendiği, maç yorumcularının teknik direktörlerden daha fazla itibar gördüğü, daha çok tanındığı ve daha fazla para kazandığı bir dönemde yaşıyoruz. Öyle ki; şöhretli eski futbolcular jübile yaptıktan sonra teknik direktör olmak yerine ulusal kanallarda birer koltuk, ulusal gazetelerde birer köşe kapıp maç yorumu yaparak kariyer edinmeyi tercih ediyorlar.

Bu mesleğin bir okulu ve yazılı standartları yok ama bir odağı var. MAÇ. Esas olan maçı yorumlamak, maçı yazmak. Türkiye'de ise gelenek maçı bir kenara bırakıp kulüp yönetimlerinin, teknik direktörlerin, futbolcuların, hakemlerin ve hatta taraftarların teknik sosyal, psikolojik ve ekonomik açıdan doktora yapmış bilirkişi edasıyla yorumlanması. Maç hakkında görsel ve yazılı basında karşılaşacağınız yorumların kapsadığı alan incir çekirdeğini dolduracak kadar ya var ya yok.

Maç ile yapılan kritiklerin ortak özelliği ise normatif olması. Yorumcu ve yazarlarımızın birçoğu futbol sezonu boyunca maçları kendi ideal futbol algı ve doğrularına göre izleyip ona göre yorumluyorlar. Eh, haliyle maçları izleyememiş insanların ertesi gün televizyon ve gazetelerde yorumculardan maç hakkında öğrendikleri ise aşağıdakiler oluyor:

* Teknik direktörlerin hangi diziliş ve taktikleri kullanması gerektiği, kimi değiştirip oyuna alması gerektiği,
* Futbolcuların hangi mevkide hangi görevle oynaması gerektiği,
* Hakemin hangi kararı vermesi gerektiği,
* Taraftarların hangi dakikada nasıl ve ne tür tezahürat yapması gerektiği,
* Yönetimlerin ne kararlar alması gerektiği,

Bunların hiçbiri değersiz görüşler değil ama odak olmaktan ziyade normatif ve öznel yorumlar.

Oysa maç yorumculuğunda esas, dayanağı olmayan, doğruluğu kanıtlanamayacak varsayımsal bir yöntemle maçta olması gerekenleri değil; maçta olanları, sıradan bir futbol izleyicisinin gözden kaçırdığı detayları, bilmediği teknik konuları somut veriler ve görsellerle anlatmaktır.

Maç Yazıları sitesinde bilgimizin el verdiği ölçüde bunu yapmaya çalışacağız.

* Teknik direktörlerin maçta hangi diziliş ve taktikleri kullandığını, oyuna nasıl müdahale ettiklerini,
* Futbolcuların hangi mevkide hangi görevle oynadığını,
* Hakemin ne kararlar verdiğini,
* Taraftarların maça nasıl katıldığını,

vb. maçla ilgili birçok detayı somut veriler, görseller ve hikayeler eşliğinde öğrenmek ve tartışmak isteyenleri bekliyoruz.


Yazarlar

Sola Çeken Arda Turan

Galatasaray iki gün önce Bursaspor'a karşı takım halinde büyük bir çaba göstermesine karşın pozisyon üretiminin Milan Baros'la sınırlı kalmasının en önemli sebebi yaratıcı oyuncuların sahada yokları oynamasıydı. Galatasaray oyunu öne yığarsa kazanır deriz her zaman, bunun sebebi açık. Topu kaleye yakın ve kanatlarda almış bir Arda Turan pozisyon üretir, rakibi ekarte eder, iyi bir orta keser, pas verir. Geçen sene Abdul Kader Keita da yapıyordu bunları, belki Pino da yapabilir ama kendini bu takımın kaptanı ve aşığı olarak konumlandıran Arda Turan'ın bu maçtaki performansının form düşüklüğünden kaynaklandığına inananlardan biri değilim ve bu beni rahatsız ediyor.

Arda, altyapıda kanat olarak değerlendirilmiş olabilir ama Galatasaray A Takımı'na geçişi esasen Manisaspor'daki sağ bek deneyimini temel alır. 2006/07 sezonuna Galatasaray'ın sağ bek alternatiflerinden biri olarak adım atan Arda'nın o dönem "Her yerde forma giyebilirim" diyebilmesi ve klasik Türk futbolcusu profilinin dışına çıkan biri imajı vermesi önemliydi ama Arda Turan'ın Skibbe dönemine kadar yaşadığı gelişim ve bu süreçte gelişen egosu Galatasaray'ın en büyük dertlerinden biriydi. Şimdi durum daha da vahim. Artık kendine mevki seçen, sağda oynatılmayı kendine hakaret sayan bir Arda Turan var.

Skibbe'nin Galatasarayını hatırlayın. Klasik 4-2-3-1 oynayan (ki Galatasaray'a en uygun düzendir şu kadro yapısında) takımda kanatlar Kewell ve Arda idi. Mantıklı olan soldan forveti ikileme becerisi olan ve kariyeri boyunca sağda hiç oynamamış Kewell'ı sola, sağ ayağını çok daha iyi kullanabilen hücum setlerini sağda da uygulayabilecek Arda'yı da sağa yerleştirmekti. Bu değişkliği ego meselesi haline getirdi, gitti ayrılık sakalı bıraktı o dönem, bir depresyona girmediği kaldı. Halbuki Galatasaray'da çıkış yaptığı sezonun ilk maçlarından biri olan ve 2-2 biten Gaziantepspor karşılaşmasında sağdan neler yaptığını ben gözlerimle gördüm. Bunu yapabilen Arda'nın sağda oynayamaması diye bir şey olamaz. Topu içeri çekerek orta yapması sol tarafta imza hareketi olabilir ama önceliği futbol oynamak ve zamanında sıkça tekrarladığı (bu sıra yerini kaptanlık muhabbetlerine bırakan) Premier Lig için de işine çok yarayacaktı. Arda başka bir yolu tercih etti o dönem...

Bursaspor maçında yeniden hortlayan bu sol-sağ mevzusu ve Arda'nın performansını yan yana yazınca ben durumun sadece formsuzluk olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum. Arda, kötü oynayabilir, Arda top da kaybedebilir ama Arda'nın gölge gibi oynadığı, ayağına bu kadar az top değdiği maç sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Frank Rijkaard'ın basın toplantısında da (Mustafa Yücedağ'ın dili döndüğünce) vurgulamaya çalıştığı konulardan birisi buydu. Arda benim için çok özel bir oyuncudur, Galatasaray tarihinin en iyi çıkış yapan oyuncularından biriyken (belki de oyuncusu) şu durumuna hakikaten üzülülüyorum. Milli maçlarda da muhtemelen yardıracak olan Arda Turan'ın hem hocasına, hem yönetime mesaj vermeye çalışıp çalışmadığını yakın zamanda göreceğiz lakin bu yol yol değil... Hem Galatasaray, hem de Arda için...

Galatasaray 0-2 Bursaspor || Fark Var...

Her şeyden önce ve önemlisi... Bugün sahada görev yapan her Galatasaraylı, bu oyunun bir takım oyunu olduğunu hatırlamış, Galatasaray'ın nasıl oynaması gerektiğini anlamış ve bu uğurda elinden geleni yapmıştır. Skora aldanıp apartta tutulan Bursaspor övgüsü boşa gitmesin diye futbolculara sallamak en hafif tabirle ucuz bir harekettir. Galatasaraylılığı geçtim, futbolseverlikle ilgisi yoktur. "Böyle oynasınlar da yenilsinler" demek isteyip diyemeyen birçok kişinin bugünkü skora rağmern takımına sahip çıkması gerekiyordu ama yönetimin biten kredisi başta olmak üzere birçok faktör saha içini gölgeliyor. Bu benim pek de hoşuma gitmiyor. Maç sonrası takımını tribüne çağırmayan, üstüne üstlük yer yer Bursaspor'u alkışlayıp aklınca takıma gönderme yapmaya kalkan taraftar da karakterini çoktan yitirdiğinin ispatını yapıyor.

Galatasaray bugün oyunu önde oynaması gerektiğini farketti ve elindeki yetersiz orta saha elemanlarına rağmen rakip yarı sahaya yerleşip dönen topları da süpürerek rakip kalede tehlikeli olmayı bildi. Tempoyu ayarlayan, topa hükmeden taraf Galatasarayken ve Bursaspor'un eli ayağı düzgün ilk atağının gol olmasına rağmen takım geri adım atmadı. Bugünkü maçta bir fark vardı ve Karpaty maçının devre arasında yaşanan değişimin bugünkü maça yansıdığını hissetmemek mümkün değildi. İlk yarıda tribünün ruh hali de sahanın ruh hali de Galatasaray gibiydi.

Oyuncu kalitesini bilemem ama Rijkaard döneminin en iştahlı ve kaliteli maçlarından birini izlediğimi rahatlıkla söyleyebilirim bugün. Sezarın hakkı sezara verilmelidir, Bursaspor oyunun hakimiydi safsatasına inanmadan en azından bu maçlığına parçalı formayı giyen takımın Galatasaray olduğunu algılayabilmek gerekir. Milan Baros'un skor 0-0 ve 1-0'ken kaçırdığı üçü net olmak üzere dört-beş gol pozisyonu ağlarla buluşmamış olması bugünkü maç adına en belirleyici faktör oldu. Ortalama bir Baros olsa bugün geri dönüş destanından bahsedeceklerin en azından futbolcuları yermeye bugün hakları yok.

Bence bugün kabak gibi ortaya çıkan şey yönetimin berbat bir transfer yönetimi gerçekleştirdiği ve takımın sorunlarını gidermek adına bir adım bile atamadığıdır. Bugün Galatasaray orta sahasında ileriye iki adım atabilen tek adamın Mustafa Sarp oluşu kadro zaafiyetinden başka bir şey değildir ve Nisan ayından beri bu bölgeyi doldurmak adına tek bir hamle dahi yapamayan yönetim bugünkü tablonun birinci derece sorumlusudur. Bu takımın en iyi halinin dahi Ali Sami Yen'de iki farklı mağlup olabileceğini görmek berbat oynayan bir Galatasaray'dan çok daha öte bir anlam ifade ediyor. Bu oyunu geçen sezon oynasa üç farklı rahat bir galibiyet alırdı takım, buna kalıbımı basarım.

Son bir rahatsızlığımı da dile getirmeden geçmeyeyim. Bozuk saat doğruyu gösterdi misali maç sonunda hedef Adnan Sezgin seçilmiş olsa da bu tezahüratların fazlasıyla politik olduğunu anlamamak için kör olmak lazım. Benim bildiğim taraftar en kötü durumda yönetim istifa diye bağırır, olmadı Rijkaard istifa diye bağırır. Bu iki erke bağıramayıp Futbol AŞ müdürüne defol demek de kendi içinde samimiyetsiz geliyor bana. Hoş, dediğim gibi, malumun ilamı ortadayken tepkiye laf söylemeyi doğru bulmuyorum lakin bu durum tespitini de yapmadan edemedim.

Kısa vadede istediğim çok şey değil... Her ne olursa olsun Avrupa kupalarından elenmemiş bir Galatasaray ve kendi kimliğini bulmak için çabalayan şu takımı kendi haline bırakacak, iyi oynadığında alkışlamasını bilecek bir taraftar. Bizim Rosicky'den önce bunlara ihtiyacımız var. Şu vahim tablonun ardından Galatasaray'ın adına olmasa da kendi postunu deldirmemek uğruna transfer yapacak bir yönetimin varlığı ortadayken...

Kayserispor 1-0 Kardemir Karabük

Kayseri seyircisi geçen senelerden pozisyonsuz maçlara alışkın, bu maçta da bol pozisyon izleyemediler belki ama yeni takımda farklı bir şeyler olduğu kesin. Makukula'nın (belki de geçici) ayrılığının ardından yeni bir 9 numara almayan Kayseri'de Şota bol ofansif orta sahalı bir 4-1-4-1 deniyor ve ilk iki hafta bunda başarı sağladıklarını görmek mümkün. Franco Cangele'nin yeteneklerinden ve hareketliliğinden faydalanıp yaratılan boşluklara Troisi başta olmak üzere arka hattaki oyuncuları sızdırma planı henüz verimliliğini ispat etmiş olmasa da şu kadroyla uygulanabilecek en iyi plan ve hali hazırda işler epey iyi gidiyor.

Kayserispor, sadece Makukula'ya yaslanan, yaratıclık yoksunu kabız futboldan dersini çıkarıp ön alana Moritz, Selim Teber gibi önemli iki ek yaptı, arkasına da Santana gibi Avrupa tecrübeli bir orta sahayı yerleştirdi. Eğer Makukula'yla tekrar anlaşılırsa o bölgedeki en zayıf halka Moritz'i kenara alıp Cangele'yi Makukula'nın arkasına çekebilirler ki çok daha verimli bir düzen olur bana göre. Selim hareketliliği ve iştahıyla daha verimli görünüyor o bölgede. Bugün Cangele'ye nefis bir orta kesti golde.

Ön taraftaki gelişim kayda değer olsa da savunma hattında sadece Serdar Kesimal'ın kaldığını atlamamak lazım. Beklere genç Hasan Ali Kaldırım ve Hamza Çakır yerleştirilmiş ama henüz oyun içinde yeterince sorumluluk alıyormuş gibi görünmüyor, hücumlara aktif olarak katılmıyorlar. Sürekli denenen ama bir türlü dikiş tutturamayan yabancı stoperlerden sonra Amusilashvili daha bir uyumlu gözüktü takıma, onun için beklemek lazım. Aranan 5 numara olabilir.

Peki bu maçta hangi takımı daha derli toplu gördün derseniz cevabım Karabük olurdu. Galatasaray dağınıklığına alışkın bir futbol seyircisi olarak defansından en ileri uçtaki Emenike'ye kadar belli bir düzen içinde olduklarını hissettiriyorlar. Seric ve Kerim'le beklerden oyunu genişletiyorlar, Tozo ve Birol da arkadan iyi top alıyor. Tozo kısa paslardan, Şenol ise işin daha çok yaratıcı tarafından sorumlu gibi. Hücumlarda her ne olursa olsun, top Emenike'nin ayağına değiyor. İyi bir duvar olmasının yanı sıra topla da kat edebiliyor Nijeryalı. Bugün son vuruşları pek iyi değildi ama Karabük sistemi içinde vazgeçilmez olduğu kesin.

Yaz dönemini çok iyi değerlendirdi Karabük, çaylak bir Süper Lig takımının yapması gerekeni yapıp Türkiye tecrübesi olan, iyi yabancılara yöneldiler. Stoperde Deumi, orta sahada Tozo, forvette Angelov, hatta sol bek Seric... Özellikle Tozo takımı çok iyi toparlıyor, bana göre ligin en iyi defansif orta sahalarından biri. Bütçesi kısıtlı bir kulübün iyi bir kadroya sahip olabileceğini gösteren, potansiyelli bir takım Karabük. Bu yıl lige yükselen takımlar arasında açık ara en iyiler ve bence rahatlıkla ligde kalacaklar. Bugün yenilmiş olmaları çok da mühim değil...

Niang Sonrası Remy & Gignac

Marsilya bu sezon transfer piyasasının merkez takımlarından biri. Türkiye'de Fenerbahçe'den, İspanya'da Sevilla'ya, Fransa'daki tüm forvet pazarına kadar bağlantıları mevcut. Bugün yaşanan gelişmeler de tam aksiyon dizisi gibi. Şampiyon olan kadroda gol krallığı yaşayan Mamadou Niang'ı Fenerbahçe'ye okuttuktan sonra salça oldukları adam Loic Remy'ydi. İki gün önce transferin bittiği, sadece sağlık kontrollerinin yapılacağı açıklanmıştı. Bugün gelen haberse Remy'nin kalbinde problem olduğu yönünde. Önde gelen ajanslarda ve spor sitelerinde transferin iptal olma olasılığı gündemde...

Gelişmeler bununla da sınırlı değil. Daha Loic Remy'ye ne olacak, tekrar kontrol mü edilecek, yoksa Premier Lig'e mi yolcu olacak derken Marsilya, en az onun kadar iyi bir golcüyü kadrosuna kattığını açıkladı. Resmi olmayan bonservis bedeli 18 milyon avro AFP'ye göre. Remy 15.5'ti. İki oyuncuyu tartıya koyduğumda Gignac her yönden ağır basıyor. Güzel adamdır, son vuruş ustasıdır. Niang'ın boşluğunu Fransa içinden doldurabilecek en özel adamdı bence, fazlasını da verecektir Marsilya'ya. Kifayetsiz Domenech devrinde adam gibi oynatılmasa da Fransa Milli Takımı'nın 9 numarası için bugünden sonra en önemli adamdır. Blanc döneminde çıkışa geçeceğini varsayabileceğimiz Fransa'da da Marsilya'da da parlayacak ve adını daha da büyütecektir Gignac. Güzel transfer...

Peki Remy'ye ne olur? İlk gelen haberler Marsilya'nın Pazartesi günü bir başka kontrolün ardından onu da kadrosuna katabileceği yönünde, ki en muhtemeli bu gibi. Bir başka ihtimal Remy'yi ısrarla isteyen Stoke City ve Liverpool gibi ekiplerin anlaşmanın bozulması halinde devreye girmesi. Gerçi Stoke'a burun kıvırmıştı Remy. Teklif alıp geri çevirdiği bir başka kulüp ise Fenerbahçe'ydi. Bu teklifin diğerleri yanında anılmaması ise adını süper koysak da ligimizin o kadar da süper olmamasından kaynaklanıyor olsa gerek... "Biz istersek herkesi getiririz" şımarıklığından sıyrılıp Türkiye Ligi'ni o düzeye yaklaştıracak işlere imza atmak lazım öncelikle. Buna da UEFA sıralamasında en yukarıda bulunan iki takımımız Ağustos ayında Avrupa'ya veda etmeyerek başlayabilirler...

Galatasaray 2-2 Karpaty Lviv || Yönetim, Futbolcu, Taraftar...

Yönetim, futbolcu, taraftar... Bugün Karpaty Lviv hepsi ayrı ayrı sınavlar verdi, bana kalırsa hepsi de fena halde çaktı. Ağustos'un 19'unda oynanan bir karşılaşmaya Galatasaray, Kewell ve Neill olmak üzere iki yabancıyla çıkıyorsa (Baros'la üç), geri kalan dokuz (sekiz) yerli oyuncudan yeni olarak sadece Serdar Özkan, Mehmet Batdal ve Ali Turan varsa bunun herhangi bir mazereti yok. Bu sezon başı hazırlık kampı falan değil, ligler başlamış ve transfer döneminin bitimi eli kulağındayken oynanan UEFA Avrupa Ligi play-off turu maçı. Hani akıl alır gibi değil. Bir ton oyuncu gitmiş, bir ton oyuncu gelmiş, en önemli parçaları henüz yolda olan bir takımın böyle bir kadroyla sahaya çıkmaya hakkı yok. Bu da Frank Rijkaard'dan önce yönetimin hanesine yazılır.

Maçta 'o öyle dizildi, bu şöyle oynadı'dan ziyade Galatasaray'ın en temel arızalarını gösteren anlara yani yenilen gollere konsantre olmak gerek. OFK Belgrad maçlarını ve Sivasspor maçını da gözümüzün önüne getirerek bugünkü maçla beraber yenilen toplam 7 golü aklımıza getirelim. Acaba hangisinde Galatasaray savunmasının yerleşim hatalarının ve hamlesizliğinin payı yoktu? Bakın, normal oyun akışı içerisinde gerçekleşecek ters ayak üstünde yakalanma halinden bahsetmiyorum, Galatasaray oyuncuları bariz bir biçimde pozisyon alma becerisinden yoksun ve rakibe öyle boşluklar ve alanlar veriyor ki vasat bir takımın bile bu eksiklerden faydalanıp kaleye inememesine imkan yok. Galatasaray'a gol atmıyorlar, Galatasaray kendi kendine yiyor, net olarak... Daha kaleci Aykut'un başrolünü oynadığı duran top/korner açmazlığına hiç girmedim bakın...

Bu sorunun hücum ayağı zaten savunmadaki problemin de çıkış noktalarından birisi ve temelinde orta sahanın öne çıkıp duvar işlevi görememesinden kaynaklanıyor. Galatasaray, ilk yarıda hiçbir ribaundu alamadı, ne hücumda, ne savunmada. Dönen bütün toplar istisnasız Karpaty oyuncularında kaldı ve bırakın topu almaya çalışmayı, ribaundu alan rakip oyunculara yakın oynayıp onları bozma girişimi bile yoktu Galatasaraylıların. Akıl alır gibi değil. Sanki halı sahanın son 10 dakikasında rakip takım oyundan düşmüşçesine rahat pas yapıp 80 metre engel olmadan kaleye gidiyor adamlar.

Bu iki büyük zaaftan da ötesi, belki de acısı bu takımın istediği zaman bu işleri yapabilmesi! Evet, zaten kişilik bölünmesi geçiren ve omurgalı bir duruş sergilemekten aciz tribünlerin tepkisini çektikleri anda, kazanmak "zorunda" olduklarını hissettikleri anda hepsi ölü toprağını üstlerinden atmasını biliyor. Top oynuyorlar. Rakibi yarı sahasına hapsediyorlar ve dönen topları alıyorlar. Biz o ya da bu diyelim, bu takım olur-olmaz diyelim, hepsi aslında farazi şeyler ve bu dün akşam açıkça görülmüştür.

Benim devre arasındaki maç tahminim 2-2'ydi. Maç psikolojisine bağlı, rakibin de kabullendiği baskılar, normalde Galatasaray'ın beceremediği kaleye yakınlığı sağlar ve becerili ayaklar bu noktadan Galatasaray'a bir şeyler kazandırabilir diye öngörüyordum ama takımın 2-2'lik skoru getiren oyun Galatasaraylılara net olarak hakarettir. En azından benim bu oyunu oynayabilen, bu patlamayı yapabilen takımın yetersizliğini kabullenmem mümkün değil. Rijkaard'ın önemli sorumlulukları olmakla birlikte futbolcuların oynamamaya niyetli olduğuna inanıyorum artık ve bu işin boyutu sandığımızdan vahim. Hiçbir halt oynamayan bu takımın sıkışınca oynayabildiğini görmek daha da kötü. Demek ki problem oyunculardan başlayan, teknik heyete uzanan bir oyun kurgusu ve motivasyon problemine işaret ediyor ve yönetimin bu iki kanat üstünde hiçbir denetimi yok. Başarılı bir devreden sen bunu mu çıkardın derseniz de evet derim. Galatasaray şu noktada aldığı her skoru hak ediyor... Aklını, mantığını, sağduyusunu çoktan yitirmiş tribünleri de dahil olmak üzere. Bir dakika önce takımı 15 bin kişi ıslıklayıp iki dakika geçmeden "Bizler inandık, siz de inanın" diyen "Bu taraftar için oynayın" şeklinde bağıran taraftar. Bırakalım da kendileri için oynasınlar, bu taraftar için değil çünkü ancak bu kadarını hak ediyoruz...

Şu maça dair güzellikle hatırlanacak ilk isim Harry Kewell'dı şüphesiz. Bence kim gelirse gelsin, sakatlanmadığı sürece bu takımda banko oynayacak üç-dört adamdan biridir. Onu çok sevdiğimiz bir figür olduğu için değil saha içindeki işlevi için takımda tutma gerekliliği üstüne birkaç yazı yazmıştım, şu akıl kıtlığında çok daha kritik bir rolde olduğunu bir kez daha gördük. Aman nazar değmesin. Bizi şu takıma bağlayan kaç kişi kaldı ki? Galatasaraylı Kewell...

Bursaspor 1-0 Konyaspor

Her şeyden önce stadyum... Bir stadyumun çehresi bu kadar sürede nasıl bu kadar değişir? Kapalı, basık, ışıklandırması bile düzgün olmayan bir stattan iki ayda bu hale gelmesi güzel ama bir o kadar da ilginç. Madem böyle bir çalışmayla bu kadar sürede stadyumun çehresi değişebiliyor, senelerdir niye beklendi diyesi geliyor insanın. İlla UEFA'nın zorla dayatması mı gerek şu güzel zeminde maç izleyebilmek için? Türkiye Futbol Federasyonu, esas işinin bu düzenlemeler olduğunu, adını 'süper' koyup yüksek fiyattan ihale etmek değil, her şeyden önce stadyumları, zeminleri adam etmek gerek...

Bursaspor, geçen seneki şampiyonluğun mirasını hemen harcamama, Şampiyonlar Ligi deneyimini bekleme kararı almıştı sezon başında. Yapılan transferlerin hepsi de bu yönde oldu. Volkan Şen, Ozan İpek ve Sercan Yıldırım üçlüsünü bozmayacak, daha çok yedekleyecek ve alternatif oluşturacak tarzda oyuncular geldi. Steinert sanırım müzmin olarak +2'de bekleyecek, Nunez ve Insua ise rotasyonu ara ara delecekler. En doğrudan katkı verecek yabancı transfer Stepanov gibi gözüküyor. Sağ stopere yerleşti ve toplar büyük ölçüde onun ayağından çıkacak gibi. Takımın en aktif oyuncularından olan Vederson ise geçen senenin bana göre fark yaratan adamı Ali Tandoğan'la birlikte ligin en iyi bek ikilisini oluşturabilirler.

Geçen sene Bursaspor'u başarıya taşıyan 4-2-3-1 şema olarak sahadaki yerini koruyor ve şampiyonluktan bugüne uzanan süreçte Bursaspor yeni bir motivasyon kazanmış ve daha pasör, maça daha hakim bir takım olma amacı güdüyor. Takımın en zayıf halkası diyebileceğimiz Mustafa Keçeli'yi bence doğru kullanıldığında ligin en iyi sol beklerinden olan Vederson'la değiştirince kanat etkinliklerini de arttırdılar. Ozan'ın içe kaçıp gol aradığı Bursaspor sol kanadına cuk oturmuş desek yeri. Ben bugün Vederson'u çok beğendim ve lig boyunca epey iş görecek o noktada. Bir başka yenilik az önce de dediğim gibi pas trafiğini hızlandırmak ve oyunu kontrolde tutmak ki bugüne kadar izlediğim takımlar arasında Trabzonspor'la beraber bunu en iyi yapan ekipler. Üstelik yeni de olsa klasik bir Ziya Doğan takımına karşı ısrarla paslı oynamak zor iş. Bu açıdan hanelerine büyük bir artı yazılmalı...

Golde Konyaspor savunmasının ve Gökhan Tokgöz'ün hatasını Sercan iyi değerlendirince ikinci yarıda daha rahat ve oyun üstünlüğünü ele geçiren bir Bursa izledik. Konyaspor'un kadrosu yeni diye mi bu şekilde bilmiyorum ama benim küme düşme adaylarımın başına yazıldılar bu maçla. Hakikaten gol atmak adına en ufak bir planları yok. Granjar ayağı düzgün bir oyuncu, onun dışında kadro faciadan hallice... Klasik Ziya Doğan takımı kimliğiyle belki ilerleyen haftalarda iş yapabilirler ama geçen seneki Diyarbakırspor çok daha derli toplu, ne yaptığını bilen bir ekipti. Konyaspor'un epey bir zamana ihtiyacı var...

Stanislav Sestak: Ankaragücü'nün Slovakları

 Ankaragücü, geçen sonbahar Melih Gökçek himayesine geçtiğinde herkes başkent ekibinin 2010 yaz transfer döneminin hareketli, tabiri caizse para saçan kulüplerinden birisi olacağını biliyordu, en azından tahmin ediyordu lakin iyi paralar harcasalar da Gökçekler Ankaragücü'ne hiç de fena olmayan, akıllı transferler yaptılar. Hatta bunun da ötesine geçip daha önce parası olan kulüplerin uygulamadıkları bir fikre yöneldiler. Aynı milli takımda düzenli oynayan yabancılardan birbirine bağlı bir oyuncu topluluğu yaratmak...

Benim 2008'de küme düşen Nürnberg'in boşa çıkan her kalburüstü oyuncu gibi adını koyamadığım bir sempati beslediğim Robert Vittek'i Lille'den önce kiralayıp bu Dünya Kupası öncesinde kadrosuna katan Ankaragücü, ses getiren forvetin yanına Beşiktaş'la adı yıllardır anılan adamlardan biri olan Rosenborglu Marek Sapara'yı eklemişti. Bu ikilinin performansından memnun olan Ankaragücü yönetimi bu yaz transfer döneminde de forvet arayılarını bir başka Slovakya Milli Takımı oyuncusuyla sonuçlandırdı: Stanislav Sestak...

Dünya Kupası'nda Bağış Erten'in önderliğinde çıkarmaya niyetlendiğimiz ancak pek de istediğimiz gibi gerçekleşmeyen Falso projesinde Slovakya'yı ben üstlenmiştim. (Bkz. Avrupa'nın Çaylağı: Slovakya) Taraf'ta da İtalya ve Hollanda'yla oynadıkları maçlarının yazısını yazdım. Bu yüzden Slovak arkadaşlara hem bir sempatim, hem de onları yakından takip etmişliğim var. Bu yüzden bu üçlü hakkında ufak bir özet geçmek istiyorum öncelikle...
Robert Vittek: "Beyin bedava!"

Dünya Kupası kadrosuna çağrılmasına karşın sakatlığı sebebiyle turnuvaya gidemeyen 33 yaındaki emektar Miroslav Karhan'ı bir kenara koyarsak henüz 29 yaşında olmasına rağmen takımın en tecrübeli ismi kupada 4 de gol atan Robert Vittek... Kupaya direkt katılmalarını sağlayan elemelere dördüncü torbada girmelerine rağmen grubun favorileri Çek Cumhuriyeti ve Polonya'dan 10 puan çıkaran takımın forvet hattındaki sabit oyuncu da Vittek'ti, onun partnerliğini üstlenen isim ise elemelerde yıldızı parlayan Stanislav Sestak'tı. Eski Bochumlu elemelerdeki 10 maça tam 6 gol sığdırdı. Dünya Kupası'nda performansı iyi olmamasına karşın Vladimir Weiss'ın Vittek'le beraber ileri uçta ısrarla onu kullanmasının sebebi buydu. Sapara ise takımın en önemli oyuncusu Marek Hamsik'in arkasında bekliyor çoğu zaman, bu açıdan biraz şanssız ama takımın en iyi oyuncularından biri olarak kabul ediliyor yine de...

Türkiye'de planlı bir fikrin ardından gidildiği pek görülmez, yabancı bir milli takımın hücum hattını takıma monte etmek de büyük ihtimalle Vittek'in gazıyla doğaçlama gelişse de bu açıdan değerli bir örnek. Gençlerbirliği'nin Avustralyalı birçok oyuncuyu lige kazandırmışlığı var, o da kaydadeğer bir girişimdi ama Avustralya pazarının darlığı ve Gençlerbirliği'nde Thomas Doll'ün gelişiyle değişen transfer refleksleri bu hattın kalıcı bir kaynağa dönüşmesini engellemişti. Ankaragücü, bir başka Ankara ekibi olarak bu kez Orta Avrupa'da bence çok verimli bir köprü oluşturmak üzere ve kalitesinden sual olunmayacak bu üçlünün arkasını ileride ülkenin genç jenerasyonundan birkaç isimle kuvvetlendirirlerse bir ülkenin kimliği Türkiye'den bir takımla özdeşleşmiş olacak. Türkiye'de eksikliğini çektiğimiz temel fundemental eksiklerine daha az sahip olan ve profesyonelliğe dış ülkelerde adım atmaya alışkın olan Slovakların Türkiye macerası daha uzun soluklu olabilir...

Emmanuel Emenike: Bank Asya'dan Süper Lig'e Yabancılar

Bugün güzel bir seriye başlıyoruz. Futbolcu özelinden başlayıp genele doğru bakış atacağımız bu seride özneler ligimizde forma giyen forvetler olacaklar ve bu forvetlerin geliş ve oynayış şeklinden ülke futbolu ve kulüpler üzerine çıkarımlar yapacağız. Eğer bir aksilik olmazsa Emmanuel Emenike'nin ardından Stanislav Sestak, Teofilo Gutierrez ve Mamadou Niang'ı temel alan bir seri yazmak niyetindeyim. Kondisyonum yeterli bugün, olmazsa önümüzdeki günlerde bu seriyi tamamlamak niyetindeyim...

Bank Asya'daki şampiyonların hep ayrı bir hikayesi oluyor, sezon başı öngörülerinin çok dışına çıkan takımlar şampiyonluk ipini göğüsleyebiliyor. Her maçını takip edemesek de takım bütünlüğünü sağlayan, ofansif sistemi kusursuz işleyen Kardemir Karabük'te bu sistemin merkezine yerleştirilmiş olan Emmanuel Emenike parıl parıl parlıyordu Yasin Avcı'yla beraber...

Türkiye'ye aslında Gençlerbirliği'yle anlaşmak için gelen ancak daha sonra Hacettepe'ye kiralanacağını öğrenince imza atmaktan vazgeçen Emenike'yi ikna eden Karabük, maliyeti uygun bu hamlesiyle kendisine Süper Lig yolu açtı. Üç sezon önce Hasan Doğan federasyonu döneminde hayata geçirilen bu fikrin Bank Asya 1.Lig için anlamı büyüktü çünkü hem çeşitliliği sağlamak hem de çizgilerin Süper Lig kadar net olmadığı bu yarışta öne geçebilmek adına araştırmaya teşvik etmesiyle iyi ve genç yabancıların önünü açtı.
Orduspor'da 80 numaralı formayı giyen
88 doğumlu Bruno,  32 Bank Asya 1.Lig
maçında 21 gol kaydetmeyi başarmıştı...

Zirve ligdeki muadillerinin vurdumduymazlığından sıyrılan ekiplerin tek yabancıyla dahi takımı farklılaştırmasına ilk örnek Orduspor'un Brezilya U17 patentli golcüsü Bruno Ferreira Mombra Rosa ya da daha bilinen adıyla Bruno Mezenga'ydı. Bank Asya'da süperstar muamelesi görecek kadar parlayan Brezilyalının şu sıralar Danimarka'da top koşturuyor olması Türkiye için çakılmış bir sınav anlamı taşısa da Bank Asya için güzel bir işaretti.

Bu yabancı kontenjanlarını anlamlı kılan asıl espri hem Süper Lig takımlarına kolaylık ve esneklik getirecek kiralama fikrine uygunluğu hem de Bank Asya takımları için parlattıkları yabancıları Süper Lig'e pazarlama fırsatı sunmasıydı ama ya bizim kulüplerimiz bu kuralların yorumunu iyi yapamıyor ya da biz bir şeyleri eksik biliyoruz. İlk hangi kulüp uyanacak bu işe diye notumuzu düşüp Emenike'ye dönelim.

Emenike, Bank Asya'dan Süper Lig'e geçiş yapan yabancılar arasında özel bir konuma sahip ve başarılı olması birçok açıdan da bir ilk, bir öncü kimliği taşıyabilir Nijeryalı. Zirve lig kariyerindeki ilk maçında Manisaspor filelerine harika bir gol bırakan Emmanuel Emenike eğer çıkışını Süper Lig'e taşıyabilirse iki lig arası geçişi sağlamış ilk üst düzey oyuncu olarak anılacak ve yukarıda bahsetmeye çalıştığımız çift yönlü yabancı transferi hattının kurdelasını kesen adam olacak. Türkiye Süper Ligi'nin hemen hemen hiçbir ligle oyuncu alışverişi babında düzenli bir ilişkisi yok. Menajerlerin kamyonla doldurup getirdiği yabancılardan para biraz bollaşınca "Bunların isimlisi yok mu" stratejisine adım atmış vaziyetteyiz. Orta Avrupa'yı hatta çok yakın ilişkiler içinde olmamız gereken Balkanları geçtim, Azerbaycan'dan çıkan ve yabancı kontenjanı doldurmayan tek tük genç yeteneği bile Hollanda'ya, Almanya'ya kaptırıyoruz ya, ona yanıyorum. Plansızlık diz boyu ya da 'dış mihraklar'  edebiyatının etkisi mi, bilemedim.

İşte tam da bu yüzden işi uluslararası boyuta dökmeden en azından ikinci ligiyle irtibat kuran bir Türkiye Ligi daha sağlıklı, daha 'sosyal' bir yapıya doğru evrilirse bu diğer aksaklıkların çözümü için de bir model oluşturabilir diye düşünüyorum. Orta ve uzun vadeli bu 'hayalin' gerçeğe dönüşmesi için ise Emmanuel Emenike gibi oyunculara şiddetle ihtiyaç var...

Sivasspor 2-1 Galatasaray || Kontrol

Galatasaray'da sahaya çıkan 11 oyuncudan 10'u geçen sezon bu takımda düzenli forma bulan adamlardı, sadece Lorik Cana eklendi bu takıma. O da henüz gücünü, kuvvetini toparlayabilmiş değil. Hâl böyleyken Galatasaray'ı geçen sezon yakan mevcut arızaların bu maça yansımaması kaçınılmazdı. Rakibin kalitesinden bağımsız olarak rakibi oyuna sokan, edilgen, pasif oyunun maça zaman zaman hakim olacağını bekliyorduk ama adı Galatasaray olan bir takımın eline aldığı skoru tutamama acizliğini tekrar ve tekrar göstermesi bu oyuncu topluluğunun toplu bir arızası olarak öne çıkıyor...

Arda Turan gibi özel bir oyuncu sezona bu kadar iyi başlamışsa takımın hücumda bir şeyler yapmasını bekleyebiliriz, doğaldır. Zaten topu ayağına aldığında istikrarlı olarak pası arkadaşına, mümkün olan en doğru alternatiflerden birini kullanarak veren, top kaybetmeyen bir oyun ortaya koyabildiğinde Arda Avrupa çapında bir adam. Maçın ilk bölümünde iş gören Galatasaray'ın da en önemli parçasıydı. Ama Galatasaray'ın yapısı o kadar bozuk ki bu adam bir uzaylı gibi sırıtıyor. Pas alıp verdiği adamlarla farklı bir dili konuşuyor sanki. Emre Çolak da teknik diye geçinen ama ne doğru kararı vermekte becerikli, ne de ikili mücadelelerde vücudunu doğru kullanabilen bir adam. Bugün transfer sezonu eleştirilerinde başı çeken Serdar Özkan şu takımda Arda'yla anlaşabilecek top tekniğine sahip bir-iki adamdan biriyse burada problem var demektir zaten.

Oyuncu özelinde tahlil yapmayı bırakalı çok oldu aslında. Oraya o, buraya bu... Galatasaray'ın problemi daha geniş çaplı. Galatasaray oyunu kontrol etmekten aciz. Galatasaray öne geçtiği maçta tempoyu belirleyemiyor. Galatasaray, topa yönetebildiği ender anlarda rakiplerinden kat be kat üstün olduğunu hissettirdiği halde bunu maçın 90 dakikasını bırakın, yarım saatlik bir dilimine dahi yayamıyor. İşte bu sebeple dahi Galatasaray'ın iyi bir tempo ayarlayıcısına ve bu pasörün dilinden anlayacak en az iki-üç oyuncuya ihtiyacı var. Arda Turan, Harry Kewell. Umarım Pino da rotasyon dahilinde bu pas trafiğine katılabilir yoksa başarılı bir orta saha hamlesi dahi bu noktada güdükleşebilir.

Her şeye rağmen bu maçtaki takımı bütün sezon izleyemeyeceğiz, onu bilerek akıl yürütmekte fayda var. Ya da şöyle söyleyeyim, bu oyuncularla oynayacaksak zaten çok izlemeye gerek de yok. Geçen seneki derecemizi ararız, Avrupa kupalarına katılmak başarı olur. Yönetimin de muhtemelen paçaları tutuşacak, önümüzdeki ay satışa sunacakları kombineler adına iyi transferler yapmaya çalışacaklardır ama... İşte o ama beni düşündüren temel neden. Bu noktada popülistlikle takımın ihtiyacı arasında ince bir çizgi var. Kariyer, isim ya da sükseli transferin bu kez idare etmesi değil cidden cuk oturması gerek. Gittikçe agresifleşen Rijkaard'ın da bir sakinleşip oyuncularını kontrol altında tutabilmesi lazım. Transferi bekleyelim, zaten gelmiyorsa da bu takımdan çok da bir şey beklemeyelim. Tiyatroya, sinemaya falan gidelim. Inception'ı ikinci defa izlemek lazım aslında çünkü Galatasaray'a kafa yormamı engelleyecek bir şeylere ihtiyaç var şu sıra...

Galatasaray'ın Bitmeyen Transferi: Nasıl Yapılıyor, Yapılmalı?

Galatasaray, sezonu Nisan ayında kapattığında yönetimden ve teknik heyetten gelecek sezona dair gelen açıklamaların hepsinde bir ortak nokta varsa bu da orta sahanın ortasına topla arası iyi olan, pasör, aynı zamanda sert bir oyuncu alınacağıydı. Zaten takımın net ihtiyacı neydi derseniz Galatasaray'ı düzenli izleyenlerin çok büyük bir bölümü bize buna benzer bir tanım verecektir. Hazırlık dönemini kapatarak resmen lig maratonuna bugün itibariyle başlayan Galatasaray, iki yabancı, beş yerli oyuncu almış ve bu oyuncuların hiçbiri takımın en temel ihtiyacına yönelik olmamışsa buradaki temel problem organizasyonsuzluktur...

Bu transferi iki aşamalı incelemek lazım aslında. İlki Nisan'dan bu yana yaşanan süreç, ikincisi ise bu sürecin de dahil olduğu, Galatasaray'ın genel transfer politikası ve yapısına dair...

Galatasaray'ın dört aydır orta saha oyuncusu kovaladığı süreçte anılan ilk isimler Stephen Ireland ve Yohan Cabaye'ydi. Birisi daha önce Elano ve Jo transferinin gerçekleştiği Manchester City, ikincisi Fransa'da Lyon'la beraber bağlantı olan kulüplerden biri Lille'de oynuyor. Manchester kaynaklı transferlerle Zahavi ilgileniyor diye biliyorum, Galatasaray'la adı geçen oyuncularla teması da o kuruyor. Yani ortada bir araştırmadan ziyade menajerler vasıtasıyla Galatasaray'a gelmeyi kabul edecek, piyasası ve ismi olan oyunculardan mümkün olan en iyisini almak üzerine kurulu sistem. Adnan Sezgin ya da Haldun Üstünel ya da bir başkası... İsimlerden değil, Galatasaray'ın son yıllardaki eğiliminden söz ediyorum.

Bu oyuncular getirilemedikten sonra gündeme gelen isimlerden de Benoit Cheyrou'yu kenara ayırmak gerek. Yeni transfer Lorik Cana'nın tavsiyesiyle, ki onun transferinin de 10 gün içinde gelişip bittiğini biliyoruz, Cheyrou'ya talip olunması ilk bakışta kabul edilebilir dursa da uzun süredir bu transferi kovalayan, organize bir kulübün asla yapmayacağı bir hareket.

Transfer döneminin sürüklediği yere gitmek ihtiyaçlar değil piyasanın getirdikleriyle sezona devam etmek olur ki kabul edelim, isimlerini tek tek çok beğendiğimiz, Galatasaray'ın 2001'den bu yana hiçbir transfer döneminden tatminkar ayrılmamış taraftarını çok mutlu eden oyuncular da benzer yöntemlerle getirilmişlerdi. Şubat 2009'da Skibbe dönemi sonlandıktan hemen sonra yazdığım "Yapılanma Yanlışları & Yerliler" başlıklı yazıda (Yapılanma kelimesini ilk Serdar Özkan'da kullanmadık yani) kısmen de olsa değinmiştim benzer bir noktaya. Tek tek bakılınca iyi diyebileceğimiz isimler bir bütüne hizmet etmeyince transfer de anlamını yitiriyor, yan etkileri sanıldığından daha büyük oluyor. Performansa ve profile göre değil isim üzerinden tanımlanıyor transfer. Tümden geliniyor ve en büyük yanlış burada yapılıyor.

Hadi bu sezonu kenara atalım, bu seneki değişime özel bir durum diyelim. Sırf bu orta saha sorunu üzerinden gitsek bile 2002'den bu yana, hadi transfer bütçelerinin daha esnek hale geldiği 2007'den bu yana geçirilen üç ana, üç ara transfer döneminde Galatasaray'ın buraya ürettiği çözüm nedir? Her seferinde Tobias Linderoth'a güvenmek mi? Linderoth gönderildikten sonra dahi yapılan beş yabancı transferinden hiçbirinin ihtiyaç duyulan profile uymaması mı? İşte bu isimlerden ziyade kulüpte bir 'transfer aklının', bir başka deyişle organizasyonun mevcut olmadığına işaret eder.

Bu durumu aşmanın en basit ve temel çözümü aslında Galatasaray'la özdeşleşmiş, çoğu zaman da olumsuz çağrışımlar yapan "Galatasaray'da transfer bitmez" sözünü hakkıyla uygulayabilmek. Scout sistemi deyince birçok kişiyi afakanlar basar, "Türkiye'de olmaz o hacı" sesleri yükselir ama çözüm bu ve bu araştırma işini beceremiyorsanız paranız da olsa istediğiniz kadroyu kuramıyorsunuz. Kimseden Arsenal, Porto, Lyon gibi bu işin en üst düzey modellemelerini kusursuz uygulamasını bekleyen yok. Galatasaray Copacabana plajında ya da Ümit Burnu'nda, o da olmadı Pekin'deki bir halı saha maçında oyuncu izlesin demiyoruz. Bu işi asgari düzeyde yapabilmenin yolu belli: milli takımlar.

Hazır oyuncu aranıyorsa A milli takımda forma bulmak en önemli referanslardan birisi, Kolombiya'da da, Kamboçya'da da her yeri taramadan o ülkenin en başarılı oyuncularını A milli ve genç milli takımlara bakarak anlayabilirsiniz. Artık devir değişti, biraz donanımlı ve bu konulara ilgili bir taraftar dahi internet üzerinden 15 yaşından profesyonel düzeye kadar kıta ve dünya çapındaki tüm turnuvaları takip edebiliyor. Çok zor bir şey değil. Dünya Kupası'nda Gana'dan oyuncuyu sadece Galatasaray yöneticileri değil ekran başındaki milyarlar da görebiliyor.

Yakın zamanda U17 ve U20 düzeyinde dünya şampiyonları düzenlendi. Bütün takımları demiyorum, sadece final oynayan ekipleri dahi takip eden bir kulüp olmuş mu Türkiye'de? Bunu geçtim, Afrika Kupası'nı dahi izleyen var mı? Sadece bu işe bakacak, görüşüne ve bilgisine güvenilen, 5, en fazla 10 kişi bu turnuvalara gitse ve gelen raporlara göre yıl içinde bu oyuncuların takibi yapılsa inanın çok ama çok şeyler değişir. Galatasaray, alışveriş merkezlerinin en pahalı vitrinlerinde yer alan "sezon sonu" ürünlerini alıp daha orta halli bir semtin en iyi dükkanında dahi olsa parlatamaz, değerlendiremez.

Menajerlerin elindeki 10-15 kişilik listelerle koskoca transfer sezonunu öldüren, ihtiyacını göremeyen, geçmişin aksine "Paramız az" gibi bir züğürt tesellisine de girmeden sezon başına 10 milyon avrodan aşağı harcama yapmayan, her yıl maaş bütçesini artıran bir takımken bakkal zihniyetiyle yönetme devri sona ermeli. Fenerbahçe ya da Beşiktaş ya da X bir kulübün aynı şekilde yönetilmesi bir şeyi değiştirmez, aksine Galatasaray'a bir adım öne geçme fırsatı verir. Yeni stadyum da yükselirken önemli bir ivme yakalayacağı kesin olan bir takımın acemi ve ilkel yöntemlerle transfer yapmaya devam etmemesi gerekiyor. İstersek orta sahaya Steven Gerrard'ı getirelim, görünen köy de, kılavuz da bu.

Bunun dışında ülke için konjonktürün de araştırmaya ve genç yabancı aramaya teşvik ettiğini, Bank Asya 1.Lig ve A2 Ligi'nin statüleriyle Süper Lig takımlarına müthiş bir kapı aralandığını da yazmak niyetindeyim, bu kapıdan da içeri adımını atabilmiş hiçbir kulübün olmamasını da hayretle karşılıyorum. Yakın zamanda bunun üzerine de konuşuruz...

Bir Yılın Ardından 2009 Transferleri

Geçen sezon yaşanılan transfer çılgınlığının ne boyutta olduğu bu sezon bakıldığında daha net görülüyor sanki. Geçen seneki gibi masaya hiç düşünmeden 50 milyon avro koyan takımlar yok, geçen seneki piyasanın başrol oyuncuları bu sezon pek ortalarda gözükmüyorlar. Meydan Arap sermayesi destekli Manchester City'nin. Onlar da bir adama para saçmak yerine değerli parçaları kadrosuna katma yoluna gitti. Bence mantıklı da bir iş yapıyorlar. Aşağıda geçen yılın en pahalı transferleri var. Şimdi bakınca hakikaten çılgınlık gibi duruyor. Felipe Melo, 25 milyon avro. Şimdiki halini düşününce...

Bence geçen yılın en başarılı transferleri olan Sneijder ve Lucio'nun bu listede yer almaması Inter'in ne kadar sağlam bir iş çıkardığını ortaya koyuyor. Bu listedeki oyunculardan hangileri verilen paraya değdi, hangileri değmedi. Beraber tartışalım...
  1. Cristiano Ronaldo from Manchester United to Real Madrid (94.0 ME) 
  2. Zlatan Ibrahimovitch from Inter to Barcelona (69.5 ME /Eto'o=20.0 ME) 
  3. Kakà from Milan to Real Madrid (65.0 ME) 
  4. Xabi Alonso from Liverpool to Real Madrid (35.4 ME) 
  5. Karim Benzema from Lyon to Real Madrid (35.0 ME) 
  6. Mario Gomez from Stuttgart to Bayern (30.0 ME) 
  7. Emmanuel Adebayor from Arsenal to Manchester City (29.0 ME) 
  8. Carlos Tevez from Manchester United to Manchester City (29.0 ME) 
  9. Joleon Lescott from Everton to Manchester City (27.5 ME) 
  10. Dmytro Chygrynskiy from Shakhtar to Barcelona (25.0 ME) 
  11. Felipe Melo from Fiorentina to Juventus (25.0 ME) 
  12. Diego Milito from Genoa to Inter (25.0 ME) 
Related Posts with Thumbnails