Fenerin Caner'i: Sol Açık Mı, Sol Bek Mi?

Galatasaray'ın 4 milyon avroluk opsiyonu kullanmayacağı belli olduğundan beri Caner Erkin için iki ihtimal vardı. Fenerbahçe ya da Beşiktaş... Bugünkü Bank Asya yazısında da söyledim. Türkiye'de selam verilen oyuncunun değeri 4 milyon avrodan başlıyorsa zirvede geçmese de gayet sağlam bir kariyeri olan, milli takım görmüş 22 yaşındaki bir adam için kelepirdir. Galatasaray bu riski bilerek aldı, sonuçlarına katlanmak da bu kararı verenlere düşüyor.

Sol açık olarak Caner
"CSKA'nın Caner Erkin için Manisaspor'a ödediği 4 milyon euro transfer bedelinin esnekliği kısıtlayacaktır ancak yerli piyasasındaki ciddi rekabet bu civarda bir bonservisi ödemeye hazır kulüplerin olmasını sağlayacaktır. Senaryo işini biraz abartırsak er ya da geç büyük liglere kapağı atacak olan Arda Turan sonrası dönem için sol kanat rotasyonu adına hedef oyuncu olabilir Caner, çok da iyi olur."

Yukarıdaki alıntı blog arşivinden, Mart 2009'da söylenmiş "Rusya'daki Yabancı Sınırı & Bizimkiler" başlıklı yazıda. Uzun süredir kaderinde Türkiye'ye döneceği yazılı olan bir adamdı Caner Erkin, fark yaratabilecek bir hamleydi. Bu hamlenin Galatasaray'dan gelmesi beni sevindirmişti ama ne Caner bu fırsatı tam anlamıyla değerlendirebildi, ne de kendisine uygun bir rol bulup takıma girebildi.

Caner Erkin'i iki farklı başlık altında incelemek lazım aslında. İlki kendisini rahat hissettiği bölge olan sol açık. Caner'in Galatasaray forması altında gösterdiği en başarılı performansların bu bölgede, özellikle ilk yarının son haftalarına doğru olduğunu hatırlayalım. Trabzonspor kupa maçı bu performansın zirvesidir. Takımda sadece Harry Kewell'ın kotarabildiği ikinci forvet rolünü üstlenebileceği, sağ kanadın hareketlerine göre pozisyon alıp bitirebileceğini, bunun yanı sıra sahaya enerji koyabileceğini göstermişti o maçta.

Ne var ki bu ümitleri haftalar geçtikçe boşa çıkardı Caner. Tamam, belli meziyetleri Türkiye standartlarının üstünde bir oyuncu olabilir ama saha görüşü bu kadar kıt, tercihleri bu kadar mı kötü olur bir oyuncunun? Takımdaşlarının pozisyonuna hiç bakmadan kestiği anlamsız ortalar bir yana, yanındaki oyuncularla anlaşmakta güçlük çektiğini, pas alışverişinde sorunlu bir adam olduğu notu düşülmeli.

Yukarıda dediğim gibi, bu Caner'in neden kafalardaki Caner olmadığını anlatıyor ama şu andaki Caner de eğer bonservis bedeli 2 milyon avroysa hem girilebilecek bir risk, hem de gerektiğinde 15-20 maç forma giyebilecek, değerli bir rotasyon oyuncusudur. Benim fikrim Fenerbahçe'nin bu yatırımdan zararsız çıkmayacağı yönünde.

Stoch'un dış beki Caner?
Herkes onun Galatasaray deneyimi sonrası sol açıkta değerlendirileceğini düşünüyor olabilir ama Aykut Kocaman'ın aklında başka bir fikir de olabilir. Bu transferi aslında Miroslav Stoch paralelinde değerlendirmek gerek. Sol açıkta Stoch'u yedekleme ihtimalinin yanı sıra özellikle hücuma ekstra bir katkı gerektiğinde işletilebilecek bir formül de Caner-Stoch kanadıdır.

Filmi biraz geriye saralım. U17 takımından çıkışı sol açık orijinli olan Caner Erkin, Ersun Yanal himayesinde Arda Turan'a benzer bir gelişim süreci geçirip sol bekte değerlendirildi, o dönemin en değerli deneylerinden biriydi bu. Arda Turan Galatasaray'a dönüp harikalar yaratırken o da 6 ay içinde, henüz 18 yaşındayken CSKA'nın yolunu tuttu. CSKA'ya gidişinde U17 referansının yanı sıra bu çok yönlülüğünün de payı olduğunu düşünüyorum. Zaten Rusya'da görev aldığı maçların neredeyse yarısı sol bek bölgesindeydi. Milli takım havuzuna dahil olması da büyük ölçüde bu sol bek formasyonuna atfendir.

Galatasaray'da Hakan Balta'nın sakat olduğu ya da stopere çekildiği dönemde bu bölgede düzenli şans buldu Caner. Sonuçları ise tam bir faciadır. Bölgesini savunamaması bir yan etki olarak tolere edilebilirdi belki ama Sabri Sarıoğlu gibi rakip savunmayı zorlayan, bu tehdidi sayesinde rakip kanat ve bekin organize hücum yapmasını engelleyen bir oyun stili yok Caner'in. Yani kafalardaki defansif değil ofansif bek imajını Fenerbahçeli dostlar hemen silseler iyi ederler. Önündeki kanat oyuncusuyla iletişimi ise sıfıra yakın. Şöyle söyleyeyim, sol bek Caner Erkin'in sol açık Giovani dos Santos'a en az pas atan oyuncu olarak tamamladığı maçlar var Galatasaray'da. Hem kendi etkinliğini sıfırlayıp hem de önündeki oyuncuyu baltalıyor kısacası.

Tüm bu olumsuz anekdotlara rağmen Miroslav Stoch'un oyun stiliyle bir sol açık gibi oynamaya çalışan sol bek Caner Erkin'i eşleştiren bir taraf da yok değil. Stoch'un sürekli içe kat eden oyunu, kat etmese bile sağ ayağıyla geriye çekip pasları bu şekilde dağıtabilmesi Stoch'la aynı anda sahada olan bir Caner Erkin'i hem daha boş, hem daha etkin bir şekilde oyuna sokabilir. Fenerbahçe adına bu sol bek deneyini anlamlı kılabilecek tek makul argüman bence budur.

Son olarak toparlarsak Fenerbahçeliler beklentilerini rotasyon oyuncusundan ötede tutmadıkları takdirde iyi bir parça eklemesi olarak öne çıkacaktır ama o kadar... U17'deki Caner Erkin'i izlemek istiyorlarsa bir yerlerden 5 sene öncesinin kayıtlarını bulup izlemeleri gerekecek. Aslında ben bu hamleyi Beşiktaş'tan beklerdim, ön bölgedeki yerli alternatifsizliği had safhadayken. Onlara göre değersiz de olsa Serdar Özkan gibi bir rotasyon elemanını kaybetmişken Caner Erkin burayı doldurmak için iyi bir alternatif olabilirdi. Fenerbahçe'nin de işini asgari düzeyde görecektir. Tüm bu öngörülerin dışına çıkmak, olumlamaları boşa çıkarmak ya da "bir cacık olmaz" diyenleri susturmak ise Caner Erkin'in elinde...

Hangi Elano, Hangi Giovani, Hangi Galatasaray?

Kupada oynanan grup ve ikinci tur maçları boyunca Elano ve Giovani'yi herkes farklı bir gözle izledi, izledikleri oyuncuların da Galatasaray'da takip ettiklerinden farklı oldukları açıktı. İster motivasyon deyin, ister hedef maç psikolojisi deyin ama ortada bir gerçek var ki Giovani ve Elano milli takımlarındaki rollerinde Galatasaray'dakinden çok daha başarılılar. Bu da Galatasaray'da onlara biçilen rolün yanlışlığına işaret ediyor.

Elano'nun Brezilya Milli Takımı'nda Robinho'nun simetriğinde oynayıp Kaka'ya top kullanmada yardımcı olması, bu ikili topla oynarken de ceza sahasına sarkıp gol araması dikkat çeken en önemli hususlar. Galatasaray'da bu özgürlüğü yoktu Elano'nun. Galatasaray'da ondan beklenen merkez orta saha olup oyunu kurgulaması, topun onun üzerinden dağılması. Bunu beklerken de pas alıp vermesi gereken oyuncuları sayalım. Arda, Kewell, Giovani ve Keita. Kewell'ı bir kenara ayırıyorum, özellikle Arda ve Keita'nın topa bu kadar hakim olma arzusu varken Elano'nun bunu yapması zor. Zaten başarı formülü önümüzde açıkken bu görevde onu zorlamanın Galatasaray'a hiçbir şey getirmediğini geçen sen gördük.

Giovani ise tamamen bölgesinin dışında. Dün Tardini yazmış, "Ben sağ açıkta daha çok rahat ediyorum" dediğini, haklı. Onu Barcelona'da ve Meksika'da farklı kılan da bu değil miydi zaten? Kendi sol açığımızı yaratacağız, Kewell'ın yerini 21 yaşındaki Gio'yla dolduracağız diye ona bu rolü biçmedik mi? Zaten Ocak ayında gelmiş bir yabancıdan dört ayda takımı değiştirmesini beklemek hataydı. Yine de iyi maçlar çıkardığı oldu ama Dünya Kupası gösterdi ki bu adamın var olduğu yer sağ açık. Oradan içeri dalar, çizgiden iner vs vs. ama başarılı olduğu bütün setler bu bölgeye has.

Galatasaray'da merkeze iki oyuncu gelecek diyoruz da öncelikle bu takımı önde sürükleyecek oyuncuların kim olduğunu belirlemeye ihtiyaç var. Merkeze gelecek oyuncular kim olursa olsun Elano'nun rolü değişecek öncelikle. Keita kalacaksa Elano'nun bence bu takımda kalma şansı yok, Dünya Kupası sonrası gelecek en iyi teklif kabul edilecektir. Giovani'nin dönüşü bu saatten sonra zor, yüksek bonservisinin yanı sıra Serie A'dan taliplileri çıktı bildiğim kadarıyla. Galatasaray Keita varken bu topa girmeyecektir. Serdar Özkan'ın da Gio ve Caner'in gidişini tolere etmek için yapılmış bir transfer olduğunu es geçmeyelim.

Bu sebeple Galatasaray'ın hangi oyuncuyu göndereceği sezonun kaderini çizecek en önemli hususlardan biri olacak. Gelen oyuncular elbette çok çok önemlidir ama kimin gönderileceği de en az gelen oyuncu kadar kritik. Tek transfer yapalım, eksiği kapatalım denilecekse bence hata yapılır. Bu oyuncular da birbirini aşağıya çekmeye devam eder. Bizler de televizyonlarda "Bu Elano niye milli takımda oynuyor, burada yatıyor" tartışmalarını izleriz sezon boyu...

Bank Asya'dan İstanbul'a

Süper Lig'de İstanbul takımlarının selam verdiği oyuncunun fiyatının 4 milyon avrodan başlıyor. Kaliteli yerli oyuncuya olan ihtiyacın yanı sıra birçok takımın sportif hedefsizliği, bundan da öte sattığı oyuncuyu yerine koyacak bir organizasyona sahip olmaması işi hasbelkader ortaya çıkmış, yetenekli üç beş adamın sırtına yüklüyor.

İstanbulluların bu açıdan en önemli kaçış noktası bir alt kademe, geçen seneki adıyla Bank Asya 1.Lig. Buradaki takımların nakit ihtiyacı daha fazla ve kültürleri gereği genç oyunculara daha sık şans tanıyıp giden oyuncunun yerini bir benzeriyle doldurabilme şansına sahipler. Böyle olunca futbolcu henüz zirve takımlarda oynayacak seviyeye gelmese bile bu takımlar riske girilip transferi yapabiliyorlar. Son örnek Musa Çağıran.
  • 2010 Musa Çağıran
  • 2009 Rıdvan Şimşek
  • 2007 Gökhan Gönül
Bank Asya 1.Lig'in en başarılı genç oyuncusu seçilmiş Musa. Bu iki yıldır verilen bir ödül ve geçen senenin kazananı Rıdvan Şimşek'in de Beşiktaş'ta forma giyiyor olmasa az önce anlattığım sebeplerden dolayı pek sürpriz değil. Bundan sonra da bu şekilde gelişecektir.

Bu stratejiyle en büyük balığı yakalayan takım ise Fenerbahçe. Musa ödülü alınca açtım, kurcaladım. Gökhan Gönül de o dönem bir ödül almıştı ama o zaman konsept gereği genç oyuncu kategorisi yokmuş. Gönül o dönem ligin en iyi oyuncusu seçilmiş. Bu taraklarda pek bezi olmayan Fenerbahçe'nin turnayı gözünden vurduğunu söylemeye gerek yok. Galatasaray'ın bir önceki yıl üçüncü kademeden Mehmet Topal'ı getirmesi de paralel bir transfer stratejisi olarak okunabilir. Musa Çağıran'ın Galatasaray kariyeri bu açıdan da merak konusu.

Ödüllerle ilgili bir başka ufak not. Galatasaray altyapısından yetişmiş 89'lulardan Anıl Karaer, Adanaspor formasıyla yılın 11'ine seçilmiş. Hani şu kiralık verildiği kulüplerin hiçbirinde şans bulamayan Anıl. "Şans vermiyorlarsa bir bildikleri vardır" denilen Anıl. Demek ki oynatılınca dünyalar başına yıkılmıyormuş kimsenin. Kiralıkken iki dakika oynatılmayanlar bonservisi koparılınca ilk 11 oyuncusu oluveriyorlarmış bir anda. Bu filmi daha çok izleyeceğiz biz...

Mourinho'nun Madrid'ini 'Bekler'ken...

Dünya Kupası da ara vermişken gizli gündem olan transfere geri dönmek lazım. Bu yaz yazılacak transfer hikayelerinde başrolü oynayacak aktörlerden birisi de Real Madrid, daha doğrusu Mourinho. Figo ve Zidane'la başlayan 'Galacticos' stratejisi on yıllık bir sürecin ardından sona ermek üzere. Artık yıldızlar oyuncu değil, hocanın ta kendisi...

Jose Mourinho, Chelsea'de de, Inter'de de mevcut piyasanın en parlak adamları için hamle yapmadı. İyi paralar harcadı belki ama aldığı adamlar her daim kendi kafasındaki takıma oturan birer rol oyuncusundan fazlası değildi. Thiago Motta, Diego Milito, Wesley Sneijder... Real Madrid'de izleyeceği yol da bu olacak ki bunu yaparken başlayacağı bölge zaten fazlasıyla kalite kokan ön alan yerine onların arkasını kollayan adamlar olacaktır. Madrid'e imza atmadan önce verdiği geniş röportajda bundan bahsetmişti zaten.

Mourinho, bütün defans düzenlemelerini bekler üzerinden kurguluyor. "Üçlü de oynayabilirim, dörtlü de, oyuncularım her şeye hazırlıklı olmalı" derken de "Kariyerim boyunca ofansif bir bek kullandım" derken de kastettiği şey aynı. Chelsea'de Ashley Cole vardı, Inter'de Maicon ama bu kez şapkadan tavşan çıkmayacak anlaşılan. Bugünün en ofansif beklerinden Maicon, Mourinho için liste başı. İyi para dökeceği adamların ilki Maicon.

Mourinho sağ beke Maicon'u koyacaksa, ki koyacaktır, sol beke kendi "Hakan Balta"sını alacaktır. Maicon'un arkasını toplayacak, onu daha özgür kılacak bir bek. İyi bir şutör olması, alanını savunması ve bunu kusursuz biçimde yapması Mourinho için yeterli olacaktır. Marcelo'nun bu oyuncu olmadığı aşikâr. Portekizli hocanın "Savunmaya üç-dört takviye yapabiliriz" açıklamasını da buradan okumalı. Buraya getireceği isim ise yine İtalya deneyiminde kenara düştüğü Aleksandar Kolarov. Madrid çizgisine tamamiyle aykırı bir adam bakıldığında. Kime "Yeni Carlos" deniyorsa ona talip olmak varken Kolarov'a yönelmeleri önümüzdeki yıllarda Barcelona'yla kapışabilmeleri için elzem. Bunun için de Mourinho'nun sözünden dışarı çıkmamaları gerek. Bu operasyonun başlaması için de öncelikli iki transfer Maicon ve Kolarov olur...

İspanyol Merdiveni: İspanya 1-0 Portekiz

Cristiano Ronaldo, David Villa, Fernando Torres, Andres Iniesta... Dünya futbolunun zirve adamları bunlar, topa nasıl hükmedebildiklerini üç-beş maçlarını seyretmiş herkes biliyordur ama Dünya Kupası bambaşka bir vitrin ve zihnimizde bu adamlara biçtiğimiz değerlerin toplamını sahada görmek futbolun doğası gereği mümkün değil.

Bir NBA yıldızını alıp başka bir takıma koyduğunuzda yine size skor üretmeyi becerebilir, ribaund alabilir, asist yapabilir ama futbolda bunu yapmak mümkün değil. Tek başınıza oyuna ve tabelaya hükmetmeniz için birçok şartın da bir arada olması gerekiyor. Oyuncunun topu nerede, ne pozisyonda aldığı, kulüp takımında alışkın olduğu oyun setlerini uygulayıp uygulayamadığı, önünde, yanında ve arkasında forma giyen oyuncuların oyun karakteri. Bir oyuncun takımı parlatabilir ama takım kimliği yoksa özel yetenekli oyuncular bu tip yapılarda istediğini ortaya koyamayabilir.

Çok uzatmayayım, Cristiano Ronaldo'dan bahsediyorum kısaca. Bir oyuncunun etkin olabilmesi için önce içinde görev aldığı sistemin sahada bir karşılığının olması gerekir. Pes oynar gibi sağdan, soldan yardırıp içeri orta kesemiyorsunuz. Ronaldo'nun bütün dripling çabaları en fazla iki adam eksilttikten sonra kesildi. Takımının gol atması gereken bölümde kendini doğal olarak öne attı fakat bu sefer de defans arasında top almakta zorlandı. Messi ile beraber her maç mucize yaratması beklenen iki adamın kaderi bu. Son attığı şutta yediği ıslık da tam bu yüzden. Messi de Arjantin'in elemelerdeki performansı sırasında en çok sırıtan oyunculardan biriydi. Topla buluşamıyordu, buluşsa da sırtı dönük ve kaleye fersah fersah uzak kalıyordu. Oyunu öne itmesi gereken önce takımdır. Tek oyuncu üstünden maç tanımlamak bence bu oyunun özüne aykırı...

İspanyolların bu Dünya Kupası'na gelmiş en komplike milli takım olduğu açık, zaten beklentiler de bu yönde. Oyuna hükmediyorlar, iyi pas yapıyorlar ve birçok özel oyuncuları var. Fakat "politik olarak sevilmesi gereken takımlar" sınıfına giren her takımın biraz dürtülmesine, futbolun doğası gereği ihtiyaç var. Barcelona, Hollanda, turnuva özelinde ABD. ..

Bu teorik güzellik tanımları bence takımların üstünde de büyük bir baskı ve haksızlık. İyi takımsa sahada bunu gösterecek, izleyenleri zaten kendine çekecektir zaten. Bugün İspanya'nın ikinci yarıda yaptığı gibi. Ömer Üründül'e pek sallıyoruz, hak ediyor da çoğu zaman ama ortada Torres, solda Villa'nın işlemediği daha ilk andan beri belliydi. Llorente maça girdiği andan itibaren oyun değişti, İspanya hemen pozisyonlar bulmaya başladı. Özellikle gol pozisyonunda çok farkedilmese de Villa'nın koşusunu hazırlayan Iniesta'yı da atlamamak lazım. Llorente'nin varlığıyla rahatlayan Villa, oyunun geri kalanında etkinliğini arttırdı. Problemin uzak forvet (tribute to Noat) kimliğinde değil Torres'in önde kullanılmasında olduğunu böylece görmüş olduk. Torres için söylenecekler de bence Ronaldo için yukarıda yazdıklarımdan çok farklı değil. Hedef maçlarda bu rolde görev yapamayacağı ortada, hele ki ağır bir sakatlıktan direkt olarak turnuvaya dönmüşken...

İspanya'nın final yolu ise zorlu taraftan. Paraguay, dişlerine göre gelebilir çeyrek finalde fakat Almanya ve Arjantin'den kim kazanırsa kazansın yarı finalde arıza çıkarabilir İspanyollara. Bence bu yıpranmış yoldan gelenlerin şampiyon olacağını tahmin ettiğim Brezilya'ya karşı şansı daha az olacak. Yine de turnuvanın klasikleri diyebileceğimiz maçlar da bu tarafta olacaktır muhtemelen. İspanya / Almanya vs. Arjantin. Turnuvanın kalan bölümünde izlenecek taraf belli...

Futbolun Ana Vatanı?

İkinci turun son günündeki maçlardan birisi de Paraguay-Japonya. Tam da bugüne denk gelen ilginç bir habere rastladım, haber Goal.com'dan. Vatikan gazetelerinden L'Osservatore Romano, dün yayınlanan sayısında 1793'te Paraguay'da görev yapan bir papazın günlüklerinden yola çıkarak futbolun İngiltere'den 70 yıl önce Paraguay topraklarında oynandığı sonucuna varmış.

Papaz Juan Manuel Peramas, aldığı notlarda Guaranilerin sert bir malzemeden yaptıkları sekebilen bir topla sürekli oyun oynadıkları, bu oyunda da ellerini değil çıplak ayaklarını kullandıklarını belirtiyor. Birbirleriyle paslaşmayı ve top kontrolünü ustalaşdırdıklarını da vurgulayan papazın bu sözleri ilgi çekici. Her daim futbolun kökeni hakkında ilginç tezler ortaya atılır. Bin yıl önce Çin'de oynandığı gibi. Osmanlı zamanında kabul göre inanış olan Kerbela katliamından sonra insan kelleleriyle bu oyunun oynandığı bile futbolun kökenine inme denemesidir aslında. Oynanmaması adına çıkartılmış bir söylenti olsa bile.

Bence ortaya konan bu tez günümüz futbolunun kökenlerine işaret eden, gerçekçi bir tez. Hem zaman diliminin yakınlığı, hem de anlatılış tarzı futbol olarak tanımladığımız oyunla birebir örtüşüyor. En azından futbol topuyla oynanan, kuralları konmamış bir oyunun Güney Amerika topraklarında var olduğunu gösteriyor bu günlük. Şu İngiltere'ye bakınca inanmamak da zor hani! Çin'den de İngiltere'den de mantıklı gibi Paraguay, ne dersiniz?...

*Fotoğraf Galatasaray'la Fenerbahçe arasında oynanan ilk derbiden.

Galatasaray'a Transfer Önerisi: Milan Baros

Transfer sezonu başladığından beri Galatasaray'da herkes Milan Baros'un arkasını ve yanını doldurma niyetinde ama bu transferlerden önce halledilmesi gereken bir konu var. Milan Baros'un bu sezon sona eren sözleşmesinin uzatılması...

Daha blogun ilk günlerinde transferi gerçekleşen Milan Baros'un başarılı olması halinde üç yıllık sözleşmesinin problem yaratacağını söylemiştim, o günden bu yana aklımın bir köşesinde yer eden bu detay bugün Galatasaray'ın karşısına büyük bir sorun olarak çıkmaz üzere. O dönem için hatrı sayılır bir sözleşme olan yıllık 2.1 milyon avro, bugünkü piyasa koşullarında Milan Baros'u ikna edecek bir miktar değil. Galatasaray'ın bu sezon kemerleri biraz sıktığını düşünürsek 3 milyon avroyu dahi görmesi zor, Baros'un da kabul etmesi. Harry Kewell'ın dahi sakatlanmadan önce Galatasaray'dan yıllık 4 milyon avro istediği düşünülürse Baros'la sözleşme yenilemek hiç de kolay olmayacak.

İşte bu noktada Galatasaray yönetimi bir yol ayrımına geliyor. Sözleşmesi bir yıl içinde sona eren yabancı oyuncu için hangi yol izlenmeli?

  • Sözleşme yenilemek
  • Bosman riskini göze alıp bir yıl daha faydalanmak
  • Teklif varsa bonservis bedeli kazanarak göndermek

Benim fikrim günlük hesapların da etkisiyle sıklıkla tercih edilen ikinci yolun kullanılmaması yönünde. Ya bir şekilde Milan Baros ikna edilip takımda tutulmalı ya da yerini gerçekten doldurabileceğine inanılan bir transfer yapıp Baros'u transfer listesine koymalı. Milan Baros bir Harry Kewell değil. Kewell, Galatasaray'a düşük beklentilerle getirilmiş bir bosman transferiydi, ismi ne kadar büyük olursa olsun. Sezonda 25 maça çıksın, yeter deniliyordu. Baros ise bonservis bedeli ödenerek makul bir yaşta transfer edilmiş, yatırım yapılmış bir yabancı oyuncudur. Böyle bir oyuncu getirildikten sonra baş aşağı giden kariyerini canlandırıp bir de üstüne bonservissiz gönderemezsiniz.


Şu kadro yapısında en verimli yabancımızın Milan Baros olduğunu düşünürsek gönderilme opsiyonunu da eliyoruz. Geriye kalan ve yönetime düşen de her ne olursa olsun bu transfer sezonu bitmeden Milan Baros'un sözleşmesini uzatmaktır. Riske girmenin Galatasaray'a bir şey kazandırmayacağı ortada. Başarılı bir Milan Baros, son kez Avrupa'da kendini göstermek isteyebilir, burada kalsa dahi eline astronomik sözleşmeyi alıp kariyerinin sonunu garanti altına alacak, sözleşmesinin son senelerinde problem çıkarma ihtimali yüksek bir oyuncu haline gelecektir. Bu sezon imzalanacak iki ya da üç yıllık bir sözleşme bunun önüne geçmek için tek fırsat. Galatasaray'a transfer önerisi yapacaksak bu listenin başına Milan Baros yazılır...

Assolist Maradona



Dünün en mutlularından birisi şüphesiz Diego Maradona'ydı. Başta Meksikalılar olmak üzere birçok kişi yardımcı hakemin futbol tarihine geçecek skandal gol kararına takılmış durumda ama bu durumun rahatsız etmediği adamların başında muhtemelen Maradona geliyordur. Yukarıdaki videoda kendisine ithafen yazılmış 'Diego' isimli parçayı seslendirirken birçok kez "Tanrının eli" vurgusu yapıyor, hiç de rahatsız olmuş görünmüyor en azından.

Şaka bir yana, maçın gidişatını etkileyen birçok fahiş hata gördük, izledik ama bu kadar kritiğini ve keskinini bence görmemiştik. Almanya-İngiltere maçındaki verilmeyen gol de ayrı bir skandal ama bu daha farklı. Kaleyle arasında "sıfır" kişi olan Carlos Tevez'e ofsayt kaldırılmayışı dahi bir derece mazur görülebilir ama tekrardan kararın yanlışlığı görüldükten ve oyun bir süre durduktan sonra tekrar gol kararı vermek maçı oracıkta bitirmek anlamına geliyordu. Osorio'nun attığı berbat pas ve ardından Higuain'in attığı ikinci golde bu pozisyonun etkisi olmadığını kim söyleyebilir ki?..

Arjantin bu kupanın favorilerinden ve bence en iyi takımlarından biri fakat dün yaşanan iki hata üst üste konunca oyun durduğunda hakemlere tekrara göre karar düzeltme yetkisi tanınması gerektiğini ortaya koyuyor. Hoş, 2002 yılındaki Galatasaray-Adanaspor maçında bu uygulamaya geçmişti Türkiye. Bu kez dünya geriden mi geliyor, ne!..

"Almanlar Kazanır" || Almanya 4-1 İngiltere

Az önce Infostrada twitter hesabından güzel bir not geçti. 1966 Dünya Kupası finalinden bu yana Almanya'nın bütün kupa dereceleri İngilizlerin üzerinde. O lanetli golden bu yana İngilizler kazanamıyor açıkçası. İntikam uzun süreli bir yemek olabilir ama bu kadar uzunu da fazla sanki. Bugün de hem "Yeni Tevfik Bayramov" olan Mauricio Espinosa'nın ters yöndeki kararıyla İngilizlerin içini acıttılar, hem de maçı bir on dakikalık süreç haricinde domine ettiler, oyun anlamında rakiplerine bariz bir üstünlük kurdular.

Almanların oyununu birer birer oyuncuları sayarak açıklamak akıl kârı değil, bir sinerji yaratıldığı, işleyen bir taktik ve akıl düzenine bağlı bir yapının kurulduğu ortada. Dünya Kupası'nın daha ilk maçında elemeler boyunca işi rahat götüren İngiltere'nin aslında bir arpa boyu yol kaydetmediği, bireyselliğe dayanan nafile çabalar içinde olduğu aşikârdı. Komik bir gol yiyerek maça başladılar. Klose'ye yakın oynaması gereken (burada 'close' deyip iğrenç bir espri de yapılabilir) Terry'nin rakip kaleden gelen topta rakibini bırakması ve Upson'ın çabalarının yetersizliği maçın kaderini belli ölçüde çizmişti. Podolski'yle bu kez organize gelişen gol ise maçı kendi çapında bağlamıştı.

Hakem, pozisyon elbette önemli. "Nasıl olsa Almanlar kazanacaktı" tezine dayanarak bu pozisyonu atlamanın doğru olmadığını düşünüyorum ama şu maça kattığı tat için bile şu pozisyonu izlediğime memnunum açıkçası. 44 yıl öncesi ve bugün. Üzerine epeyce konuşulacaktır zaten fakat bu espri yapılırken dahi "44 yılda hiçbir şey değişmedi mi?" sorusunu sorabilmek lazım. Elle düzeltilen toplar, verilmeyen goller... Sanki bu kadar üst düzey futbol bu çaptaki hataları kaldırmıyor artık. Fransa-İrlanda maçı sonrası FIFA ciddi şekilde teniste kullanılan "hawk eye" teknolojisini tartışmıştı. Bu işi olsa olsa İngilizlerin baskısı çözer. Bakalım bu topa girecekler mi?

Arada ilüzyon yaratan bir Sırbistan maçı olsa da bu turnuvanın en iyi top oynayan takımı olan Almanya'nın rakibi bu akşam belli olacak. Oradan Arjantin gelirse, ki kuvvetle muhtemel, müthiş bir hikaye daha bizleri bekliyor olacak. Kısır futbolun turlar ilerledikçe törpülenmiş olması da ayrıca sevindirici. Son bir not olarak bu Almanya'yla Euro 2012 elemelerinde karşılacağımızı hatırlatıp akşamki maçı beklemeye koyulma vakti...

Batan Geminin Malları (4): G ve H Grubu


Aslında bu seriyi ikinci tur başlamadan bitirmek lazımdı ama yine de keyifli oluyor yazması. Devam edelim. Son iki grupta kenarda kalan oyunculara da şöyle bir göz atalım. Turnuvanın ölüm grubundan çıkamayan Fildişi Sahili ve Kuzey Kore oldu beklendiği gibi. Bu noktada ilginç bir not, tamamlanan sekiz grubun yedisinde Avrupalı bir takım veda etmişti kupaya, G Grubu bu açıdan tek istisna. H Grubu'nda ise son maça büyük bir avantajla girmesine rağmen Honduras'ı mağlup edemeyen İsviçre, hem rakibini evine puansız yollamadı, hem de Şili'ye ikinci tur biletini vermiş oldu.


Cheik Tiote (Twente): Kafamdaki Fildişi Sahili 11'inde yer alan bir oyuncu değildi Tiote. Yaya Toure'nin yanında Romaric daha ideal bir tercih gibi gözüküyordu ama Sven-Goran, Tiote'yi oynattı üç maç boyunca. Bana kalırsa epey de iyi oynadı. Hollanda'da şampiyonluğa uzanan Twente'de oynadığını düşünürsek sıçrama yapması yakındır.

Noel Valladares (Olimpia): Wilson Palacios ve Maynor Figureoa'ya bakan Honduras takımının kupaya gelişinde en büyük pay sahiplerinden biri de onundu. CONCACAF elemelerinde en az gol yiyen takım olan Honduras'ın bu başarısını Dünya Kupası'na taşıması biraz da onun sayesinde. İspanya-Şili maçını tercih etmiştim son maçlarda ama İsviçre'ye karşı da iyi bir maç çıkarmış. Yaşı biraz geçkin olsa da hakkı verilesi adamlardan biriydi sanki...

Alexander Frei (Basel): Milli takımda vites arttıran adamlardan birisi de Frei'dır aslında. İsviçre'nin yükselişinde takımına liderlik eden oyuncuydu. Başarılı bir Bundesliga kariyerinin ardından İsviçre'ye döndü ama milli takımdaki yerini korumayı başaramadı. Eren ve N'Kufo'nun devraldığı hücum hattı ise onsuz beklenileni vermedi. 2006 sonrası "Türkiye'ye gelirim" mesajı verip skandal maç sonrasında tansiyon düşürmeye çalışan aklı selim adamlardan da biriydi. Güzel adamdır. 31 yaşında. Hâlâ üst düzeyde oynayacak 2-3 senesi var.

Jong Tae-Se (Kawasaki Frontale): Jong, bu turnuvanın başında bireysel hikayesiyle kendini hemen fark ettiren bir adamdı ama kendi adını herkese öğretmesi Brezilya maçındaki seramoni'de oldu. Kuzey Kore takımının en 'futbolcu'su olduğu maçlardan belli oluyordu ama Asya futbolunun blog alemindeki temsilcisi Noat'ın "Asyalı Rooney" yazısına bir göz atın derim. Klasik Dünya Kupası dedikodusu olarak Trabzonspor'a yazıldı. Keşke gelse de farklı bir oyuncu izlesek...


Xherdar Shaqiri (Basel): Şu turnuvada dört gözle beklediğim adamlardan birisi de Shaqiri'ydi aslında. 18 yaşında bir çocuğun çıkıp da Dünya Kupası'nda etrafına meydan okumasını izlemek kadar keyifli şey azdır. Bu işi becerebilecek üç-beş oyuncudan biriydi Shaqiri ama henüz onun yılları değil bunlar, Hitzfeld'in onu seçmesi bile yeterliydi ki 91'li bir adam olarak Dünya Kupası deneyimi var artık. Merak edenler varsa söyleyelim, U17 Dünya Kupası'nı alan ekip 92'liydi. Oradan da sağlam adamlar yolda...

The IT Crowd Ahalisi

Futurama'dan sonra bir güzel haber de The IT Crowd'dan. Aşmış İngiliz durum komedisi The IT Crowd, aynı ekiple tekrar aramıza döndü. Uzuuunca bir süre dizinin ABD versiyonunun çekileceği ve sadece Moss'un yeni ekipte yer alacağı, kısacası dizinin piç edileceği haberleri geliyordu ki İngiliz versiyonunun kaldığı yerden devam etmesi gerçekten enfes oldu.

How I Met Your Mother baydı, efendim The Big Bang Theory geek ekseninden kaydı gibi serzenişleriniz varsa size ilaç gibi gelecek bir dizi The IT Crowd. Hâlâ izlememiş olan arkadaşlar varsa bir an önce başlasın, dördüncü sezonun başına yetişsin. İngiliz dizisi olduğundan sezonda altı bölüm yayınlayıp tadında bırakıyorlar zaten, kısa sürede izlenip sizi sıkmayacak bir dizi. Şu tişört son bölümden. Müthiş gerçekten. Yaptırmayı düşünüyorum ciddi ciddi...

Yaşlı Kıta'nın Genç Yıldızı: Gana

Afrika'da düzenlenen ilk Dünya Kupası'nda ev sahibi kıtadan bir hikaye çıkması, 90 Kamerun, 94 Nijerya gibi hatırlanacak bir takım izlemek hemen herkesin ortak beklentisiydi. En önemli oyuncusu Essien'i kaybetmiş, Appiah'tan tam verim alamayan, bir diğer yıldızı Muntari'nin formsuzluğuyla boğuşan Gana, bu hikayeyi yaratma adına birçok kişinin ilk adayı değildi. Drogba önderliğindeki Fildişi Sahili daha bir ön plandaydı. Onlar klasik kura ve fikstür şanssızlıklarıyla turnuvaya veda ederken, Nijerya ve Kamerun varlık gösteremezken, ev sahibi Uruguay'ın gazabına uğramışken Gana aradan sıyrılıp kendini ikinci tura atmayı başarmıştı. Bugün de turu geçen taraf olarak adlarını 90 Kamerun'u ve 94 Nijerya'sının yanına yazdırmayı bence başardılar.

Gana'nın bu ekiplerden farkı stabil bir oyun temposunu rakibine kabul ettirebilmesi, edilgen olmaması. Sol stoperde bir facia olan Jonathan Mensah'ı bir kenara koyarsak kaleci Richard Kingson'dan en öndeki Asamoah Gyan'a kadar hazır ve dengeli bir takımlar. Tek forvet olarak kullandıkları ve Boateng'le destek verdikleri Asamoah Gyan'ın başarılı performansı, oyunun yarı sahalarına hapsolmasını engelliyor. Arıza adam Boateng ve "Pele'nin oğlu" Andre Ayew,  hem yaratıcı hem de forveti destekleyici roldeler. Orta sahada Essien de olsa tadından yenmezdi ama Asamoah ve Annan da çok iyi iş çıkarıyorlar.

ABD de aslında benim beğendiğim bir ekip. Onların da Donovan önderliğinde yapmaya çalıştıkları takdire şayandı. Rollerine bağlı, istekli bir takımdılar fakat takımlara kimlik biçme sevdasının etkisiyle bence bu turnuvada hak ettikleri sempatinin ötesinde destek gördüler. Saha içine çok da bağlı olmayan, daha doğrusu sahada karşılığı olmayan rol biçmeler beni çoğu zaman iter. ABD'nin ilerlemesi beni bu derece itmeyecekti belki ama Gana'nın hikayesi bence çok daha ilgi çekici.

Maç anlatımı esnasında Erdoğan Arıkan da ucundan değindi ama açmadı. Geçen sene Mısır'da düzenlenen U20 Dünya Kupası'nın galibi Gana'ydı. 89 jenerasyonunu kapsayan o takımda yer alan Andre Ayew, Samuel Inkoom ve Jonathan Mensah bugünkü takımın ideal 11'inde yer alan oyuncular oldular. Bu oyuncular dışında aynı jenerasyondan kaleci Daniel Agyei ve forvet Dominic Adiyiah da kadroda. 88 jenerasyonundan da Isaac Vorsah ve Kwadwo Asamoah takımda yer alıyor ki Inkoom'la beraber takımda en çok dikkatimi çeken oyuncu Kwadwo Asamoah oldu. 88-90 jenerasyonundan tam 10 oyuncuyla Dünya Kupası'nda çeyrek final oynayan bir Afrika takımı. Heyecan verici.

Uruguay-Güney Kore karşılaşması benim için günün maçıydı aslında ama ilk yarısını kaçırdığımdan dolayı o maç üstüne fazlaca bir şey söylemeye gerek yok. Güney Kore, bu dörtlü içinde yarı finale çıkmasını en çok istediğim takımdı, olmadı. Uruguay da dünya futbolunun ilk demlerinde sözü geçen, ancak daha sonra ortadan kaybolan bir dev olarak fazlasıyla ilgi çekici duruyor. İki takımdan hangisi kazanırsa kazansın, nurtopu gibi bir hikayemiz olacak. Diğer taraflardan kimler gelirse gelsin, benim gönlüm de bu iki takım arasındaki mücadelenin kazananıyla olacak gibi...

Batan Geminin Malları (3): E ve F Grubu

Bu iki grupta üst turu göremeyen ekipler Danimarka, Kamerun, Yeni Zelanda ve İtalya. Avrupalılar mevcut kadrosunun son demlerini yaşayan bir ekiple gelmişlerdi, başaramadılar. Yeni Zelanda beklentilerin çok ötesinde bir iş yapıp namağlup elendiler ki ancak saygı duyulur böyle bir ekibe. Kamerun ise şu dört takım içinde "batan gemi" tanımına en çok uyan ekip.

Achille Emana (Betis): Kamerun'la başarısız bir turnuva geçiren Emana, kulübü Betis'le de benzer bir kaderi yaşadı.Betis, son maçta La Liga'nın kapısından döndü ve Emana'nın bu sezon sonu ayrılması artık kesin gibi. Fellik fellik orta saha arayan başta Galatasaray olmak üzere birçok kulüp için göz önünde bulundurulması gereken bir alternatif. Geçen sezon da Galatasaray onun için uğraşmış ancak getirememişti. Necati Ateş'in 2006/07 sezonunun başında Star'a çıkıp "Galiba anlaşmışız, iyi oyuncu" dediği Emana'yı bu kez uygun bir teklifle Türkiye'ye getirmek zor değil...

Christian Ericksen (Ajax): Bu turnuvada az şans bulsa da artık emekliye ayrılma zamanı gelen Danimarka kadrosunun ardından gelen jenerasyona önderlik edebilecek kadar yetenekli. Çok iyi bir oyun görüşü var, tekniği ve ayaklarına hakimiyeti iyi. İki yaş daha büyük olsa muhtemelen bir turnuvada da kendini gösterebilirdi ama geçen sene U17 takımda forma giyen bir çocuk için erken diye düşünmüş olsa gerek Danimarka teknik heyeti. Ajax'ın son model oyun kurucusu olacağı kesin.

Dennis Rommedahl (Ajax): Bu da Ajaxlı, bu da Danimarkalı ama Rommedahl, kariyerinin ilk değil sonbaharında. PSV günlerinde ağzım açık izlediğim, keşke bize gelse diye hayal kurduğum bir herifti. Böyle şeyleri hatırlayınca medya denen haltın çocuk zihinlerindeki etkisini anlarım hep ama ona duyduğum sempatiyi değiştiren bir şey değil bu. Tek başına Kamerun'u dağıtışını izlemek güzeldi. Hâlâ 32 yaşında.

Winston Reid (Midtjylland): Yeni Zelanda kadrosunun neredeyse tamamı futbol yaşantısını ya Ada'da sürdürüyor, ya da ülkesinde. Bu durumun tek istisnası var, o da takımın banko oyuncularından olan 22 yaşındaki Reid. 10 yaşında Danimarka'ya taşınan ve burada profesyonel olan Reid, üç maçın tamamında forma giydi ve turnuvayı sadece iki gol yiyerek tamamlayan savunmanın en önemli oyuncularındandı. İman gücüyle mi oynadı, yoksa takım kaptanı Nelsen'in yönlendirmelerini mi iyi uyguladı bilmem ama iyi iş çıkarttığı kesin. Sağdaki fotoğraftan da görüldüğü üzere son dakikada Slovakya'ya golü atan arkadaş da kendisi. Adını kenara yazmak lazım...


Vincent Aboubakar (Coton): 1992 doğumlu forvet oyuncusu Kamerun'un en genç üyesiydi. İki maçta kenardan gelen Aboubakar, hâlâ ülkesinde forma giyen tek oyuncuydu takımdaki. 18 yaşında Dünya Kupası'nda boy gösteren Afrikalı bir forvetin hâlâ Avrupa'ya kapak atmamış olması şaşırtıcı. Araştırmaya değecek bir adam gibi gözüküyor. Bilen, duyan?...

Emre Güngör'ün Çıkış Bileti: Hakan Balta

Galatasaray'ın oynamak isteyip oynayamadığı oyundaki temel sorunun savunmadan başladığını teknik direktör Frank Rijkaard defalarca dile getirdi. Ali Turan'la Şubat ayında sözleşme imzalamış olması da zaten bu operasyona işaret ediyordu. Biraz kanlı olsa da sol beke Çağlar Birinci takviyesi geldi ama operasyonun esas ayağı Uğur Uçar ve Emre Güngör'ün gidişine izin verilmesi oldu.

Uğur Uçar'ın gidişi çokça manevi açıdan olsa da Emre Güngör'ün gidişine pek çok kişi anlam verememiştir. Tamam, Emre 2007/08 sezonundaki Emre asla olamadı, bir sezonu tamamen kendine bakmamasından, özel hayatında yaşadığı sorunlardan kaybetti, tamam ama bu sene görüldü ki Lucas Neill'ın yanına koyduğunuzda sırıtmayan, eli ayağı düzgün bir stoper ikilisi oluşturabilme potansiyeline sahip tek oyuncu Emre Güngör'dü. Ne Servet Çetin, ne de Gökhan Zan bu partnerliğe uygun isimler değiller. Peki bu oyuncular dururken daha genç ve görece olarak yedek kaldığında sorun çıkarmayacak olanı niye gönderildi?..

Bu sorunun cevabı net. Hatta Emre'nin yerine kim transfer edilecek sorusunun cevabı da... Hakan Balta'nın sol bekten sol stopere kaydırıldığında gösterdiği performans Lucas Neill'ın yanına eklenecek yerli oyuncu kontenjanının Hakan'a ayrılmasına sebep oldu. Çağlar takıma girdiğinde içe kayacak olan Hakan, eğer kaliteli bir yabancı stoper transferi gerçekleşirse tekrar sola kayıp sol bek rotasyonunu da tamamlayabilir. Servet ve Gökhan'ı saymasak dahi Neill ve alınırsa bir stoperin arkasını dolduran Ali Turan ve Hakan Balta var. Tahminimce Emre'nin önce gitme sebebi de Gaziantepspor'dan gelen ve muhtemelen bir daha asla gelmeyecek bonservis teklifidir.

Kadro mühendisliği bazında bakarsak durum böyle. Emre Güngör'ün gönderilişinin Hakan'a güvenilerek yapıldığını görmek zor değil ama Servet Çetin bu kadar istim üstündeyken, sezon boyunca en fazla 20 maç oynatabileceğiniz bir Gökhan Zan varken bileti kesilenin Emre Güngör olmasını ben yadırgıyorum. 'Kendine bakmayan' etiketini rahatlıkla kullanabileceğimiz Emre'nin yerine merkez orijinli bir stoper koyacağımıza ben inanmıyorum. Yurt içine bakıyorum, yurt dışına bakıyorum. Oraya koyabileceğimiz tek isim olarak Ömer Toprak'ı görüyorum. Düşünülüyor mu, onu da pek sanmıyorum açıkçası.

Eğer olur da Ömer Toprak gelirse kendi adıma başarılı bir operasyon oldu derdim ama şu anda Servet Çetin'in meçhul durumu, onun yerine alınacak oyuncunun ne tipte olacağı gibi soru işaretleri de varken "İyi oldu" denecek bir durum yok henüz. Geçen sezonlarda düşülen hatalara düşülüp "Dışarıdakiler elimizdekilerden iyi değil" sanrısına kapılma potansiyelimiz var ve bu olursa bu yarım rotasyon başımıza çorap değil çadır bile örebilir. Sakatlık konusundaki sabıkamız da ortadayken...

Batan Geminin Malları (2): C ve D Grubu

Bu iki grupta elenen ülkeler Sırbistan, Avustralya, Slovenya ve Cezayir... Gruptan çıkamaması en şaşırtıcı olan Sırbistan gibi gözüküyor ama benim ikinci tur için adayların Avustralya ve Slovenya'ydı. İki takımı da favoriler çarptı. Cezayir'den beklenti yoktu ama yine de onurlu bir mücadele verdiler. Gol atacak takatleri olsaydı şu denk oyunla 4 puan yapıp turlayabilirlerdi bile. Öyle ya da böyle bu ekipler ikinci turu göremediler ve ilk turda elenen takımların oyuncuları 'çok enteresan' performanslara imza atmadıkları sürece pek göze batmazlar. Onları takibimizi sürdürelim.

Andreaz Kirm (Wisla): Slovenya vasat oğlu vasat bir takım, kabul ama bu vasat takımın bu kadar verimli bir iş çıkarmasının nedeni oyuncuların rollerininin ve hadlerinin bilincinde olması, takımın bütününe katkı verebilmesi oldu. Bu oyuncular arasında görevini başarıyla icra eden adamlardan biri de Andreaz Kirm'di. Wisla Krakow'da oynuyormuş, daha önce izlememiştim. 26 yaşındaki orta saha her maç 10 üzerinde 7 verebilecek bir oyuncu izlenimi verdi bana ama izlemek lazım tabii. İlk izlenimim olumlu ama...

Rais M'Bolhi (Levski): Kalesinden çok çekmiş bir takımın taraftarı olarak sürekli kalecilerden bahsettiğimin farkındayım ama ilk maçta Ghezzal'la birlikte Slovenya'ya iki puan hediye eden Chaouchi'den kaleyi devralan M'Bolhi, iki maçta dikkat çekici bir performans ortaya koydu. Kaleyi koruduğu 179 dakika boyunca da gole kapadı. Kendisi Bulgaristan'da oynuyor, Bulgaristan futbolu diyorsak en iyi Türkçe kaynak da Ultras Movement Blog. Blogda yakın tarihli şöyle bir yazı var. Okumakta fayda var.

Jason Culina (Gold Coast United): İsmi Fox'zedeler için saçma sapan çağrışımlar yapsa da Avustralya orta sahasında başarılı oyuncularından biriydi turnuva boyunca. PSV'den aşinayız aslında ismine ama geçen sene Avustralya'ya dönmüş. 30 yaşında ve bu kalibredeki bir adam için erken bir dönüş tarihi sanki. Memleketine geri dönmüş adamı tekrar çıkarmak zordur ama ikna edilirse takıma bir şeyler katabilecek bir profil. Vince Grella'ya tercih ederim şu haliyle.

Zoran Tosic (Köln): İtiraf ediyorum, onu seçmenin turnuvayla pek ilgisi yok. Manchester United'a kadar sıçramış ama o düzeyde barınamamış oyuncuların ribaunduna girmek gerektiğine inanırım her zaman. Köln'ün getirdiği Tosic'e Galatasaray da, Fenerbahçe de benzer bir düzeyde teklif yapabilirdi mesela. Bundesliga'da hâlâ sahnede olacak olması, tekrar sıçrama yapma ümidi olan bir oyuncuyu şu Türkiye Ligi profiline getirmek zor ama bence gelmesi için uğraşılması gereken oyuncu tipi bence Tosic'in ta kendisidir.Sırbistan'da da fazla şans bulamadı zaten, bir maçta kenardan geldiğini görebildik.

Samir Handanovic (Udinese): Handanovic'in adını bu yazıda geçirmek ne kadar doğru bilinmez ama bu kadar düz bir takıma liderlik eden 25 yaşındaki bir kaleciden bahsetmesem çatlardım. Donovan'dan yediği 'burun golü' bir yana, bence turnuvanın en iyi kalecilerinden biridir bence. Zaten iyi bir milli takım avcısı olan Udinese'nin ağına takılması boşuna değil. Bayern istiyormuş şimdi, şaşırmadım...

John Wall'un Draftı

Kahve takviyeli bir gece geçirip 2010 draftını izledik ama ne yalan söyleyeyim, son yıllardaki en yavan, en düz draft gecesi buydu herhalde. Draft gecesini zevkli kılan detaylar bellidir. Lotaryada kimin ne seçeceğini beklerken yaşanan heyecan, takaslar ve yakından takip ettiğimiz (genellikle uluslararası) oyuncuların kaçıncı sırada gideceği. Dün gece bana bu üç noktada da sınıfta kaldı. Hoş,  David Stern oradan çıkıp "Senin keyif için mi draft yapıyoruz lan burada" dese haklı ama bütün gece uyumadan oturup izleyince insan biraz da bireyselleştiriyor olayı. Neyse, uzatmayayım.

Bu seneki draft sınıfı uzun süredir olmadığı kadar yerel kaldı. Herhangi bir Türk'ün draft sınıfında yer almaması bir yana, lotaryada seçilecek düzeyde bir tane dahi uluslararası oyuncu yoktu. Benim draft takibimin çıkış noktası bu olur genelde. Ömer ve Semih'in ikinci turdan seçildiği 2008 draft havuzunu ezberlemiştim neredeyse. Bu sefer NCAA'in damga vurduğu bir draft olunca John Wall dışında çok malumatım yoktu drafta kadar.

Bu draftı diğerlerinden ayıran temel nokta boşa çıkan dört-beş süper yıldız için pozisyon almak adına önemli bir fırsat olmasıydı ki Hidayet Türkoğlu'nun da dahil olduğu bir takas şenliğine dönüşmesi olasıydı draftın. Bu açıdan dişe dokunur tek hamle LeBron James yarışında uzun süredir favorim olan Chicago Bulls'un Kirk Hinrich'i üstüne bir de draft hakkı vererek hibe etmesiydi. Bu şekilde salary cap'ini iki maksimum kontrat alacak seviyeye yaklaştırmış oldu Chicago. Bunun dışında draftta seçilen oyunculardan bağımsız bir hamle gelmedi.
John Wall ve Evan Turner'ın yanı sıra İsmail Şenol'un yayın boyunca övdüğü Derrick Favors, potansiyeli sırasının ötesinde gösterilen DeMarcus Cousins ve Paul George bu sene özellikle takip edeceğim adamlar gibi duruyor ama asıl şenlik serbest kalan oyuncuların kaderinin bir hafta içinde belli olacak olması. Hem takaslar, hem de dedikodular bu bir hafta birbirini kovalayacaktır. NBA'in önümüzdeki beş sezonu bu hafta şekillenecek. Dünya Kupası ve son yılların en ilgi çekici Wimbledon'ıyla güzel bir spor haftası olacak gibi...

Küçük Kardeşin Büyük Zaferi

Slovakya, turnuvada Avrupa'yı temsil eden 13 ülke içinde daha önce kupada mücadele etmemiş tek takımdı. 1991'de Çekoslovakya'nın dağılışla beraber Çek Cumhuriyeti'nin gölgesinde kalmış, orta karar bir Avrupa ülkesi. Futbol gelenekleri olmasına rağmen yeni kurulan bir ülkenin kendini toparlama sürecinde eksiksiz bir jenerasyon yakalama şansları olmamış. Zaten Avrupa elemelerinin zorluğu düşünüldüğünde Dünya Kupası onlar için bir hayaldi. Şimdi bu hayali efsaneleştirmek adına dev bir adım attılar. Hem de sadece ismi kalmış gibi gözükse de İtalya gibi bir devi yenerek...

Ntvspor.net için çok geniş bir analizini yapmıştım Slovakya'nın, şuradan ve şuradan tekrar okunabilir. Orada vurguladığım en önemli unsur başarı ve yetenekleriyle öne çıkan oyuncularında yakalanmış denge idi. 23 yaşındaki Marek Hamsik bu takımın oyun lideri olarak orta sahayı, mevcut kadronun en büyük Avrupa tecrübesine sahip olan oyuncusu Robert Vittek forveti, Liverpool'un başarılı stoperi Martin Skrtel de defansı toparlamayı beceriyor. Vladimir Weiss Jr. ve Miroslav Stoch gibi genç kanat oyuncuları, genellikle Bundesliga patentli savunma oyuncuları var. Görünürde favori gözükmese de Avrupa tedrisatından geçmiş, dengeli bir oyuncular topluluğuna sahiptiler. Bugünkü galibiyeti mucize olarak yorumlamak bence o açıdan doğru değil.

İtalya maçı özeline fazlaca girmeye gerek yok aslında ama birkaç noktaya yine de değinmeli. Öncelikle maç öncesinde oğlu dahil olmak üzere dört as oyuncusunu değiştirip önemli bir hamle yaptı Weiss. Rakip defansın ortasına yardımcı forvetleri sarkıtma planı İtalya karşısında kusursuz işledi. İlk iki maçta bekleneni veremeyen takımın santrforu Stanislav Sestak bugün kenara alınmıştı, Vittek ise hem golcü hem organizatördü. Muhteşem oynadı. Sahanın en olgun adamıydı hareketleriyle, sakinliğiyle. İki gol atması kadar sahadaki duruşu da önemli.

Slovakya'nın maçta en etkin olduğu döneme bakarsak İtalya'nın gol aramak zorunda olduğu ve tempoyu arttırmak istediği 1-0 ve sonrası olduğunu görüyoruz. Özellikle ikinci gole kadar oynadıkları oyun bence hedef maçlar için ne kadar tehlikeli bir takım olduklarını gözler önüne serdi. Öne geçerlerse Hollanda için de tehdit oluşturabilirler.

Bunlardan da öte Çekoslovakya ekolünün Slovakya'daki son temsilcisi Vladimir Weiss'ın öğrencileri bugün ülkenin futbolunun çehresini değiştirmeyi başardılar. Slovakya futbol tarihinin en büyük başarısı olarak Avrupa elemelerinde Çek Cumhuriyeti'ni Prag'da yenmeleri olarak gösteriliyordu kupaya gelinene kadar. Vladimir Weiss'ın takımı Çek Cumhuriyeti ve Polonya'nın önünde kupaya taşıyıp bir de İtalya zaferi ile ikinci turu görmesi müthiş bir iş, müthiş bir başarı. Euro 96'da ilk kez dünya sahnesine çıktığımız dönemi ve o dönemde çeyrek finale yükseldiğimizi düşünün. Slovakya'nın yaşadıkları an itibariyle bu. İtalya'nın kaybetmesi kadar Slovakya'nın kazanmış olması da büyük olay. Şunu ilk fotoğrafa bakan herkes rahatlıkla görecektir zaten...

Cenk ve Çağlar Sonrası Denizlispor

Çağlar Birinci transferi özellikle Galatasaray tarafında tepki çekti ama biraz da transferin öbür yakasından bakmak gerek. Yıllarca kısıtlı bütçesiyle Süper Lig'e tutunmayı başarmış kendi yağında kavrulan bir kulüptü Denizlispor. Yönetimi ve başkanının antipatikliğini kenara koyarsak kendine has, olumlu tarafları da vardı. Özellikle 2000'lerin ilk yarısında ortaya koydukları model takdire şayandır.

Yabancılarına değer veren, yıllarca aynı oyuncularla çalışan, Türkiye standartlarından farklı bir kadro yönetimi vardı Denizli'nin. Denizli Belediyespor'dan çıkartıp şans verdikleri çok oyuncu oldu, bu oyuncular da kapasitelerince takıma önemli katkılar yaptılar. Son dönemde bu yapı gevşemişti gerçi, özellikle Kratochvil ve Tomas Abraham'ın gönderiliş şekli ve bu oyuncuların yerine adam koyamamaları oturmuş düzenlerini bozdu. Geçen sene çıkardıkları Angelov sürprizi dışında yabancı denemeleri de karavana oldu. Şimdi uzun süredir olmadıkları Bank Asya'da yeni bir şey deneyecekler.

Ellerinde İstanbul'a pazarlayabilecekleri iki oyuncu vardı. Milli takımın sol beki Çağlar Birinci (fotodaki külhanbeyi pozuna dikkat) ve yine bir dönem milli takım rotasyonuna girmiş kaleci Cenk Gönen. Çağlar pazarlığında Galatasaray'dan özellikle genç oyuncu havuzundan bir paket istediklerini düşünüyorum ben. Semih Kaya, Murat Akça, Erhan Şentürk ve Fırat Kocaoğlu, Denizlispor'un yeni oluşturacağı kadro için önemli parçalar. Bunun yanı sıra Galatasaray'dan Serdar Eylik'i de kiraladılar ki bonservisini istedikleri oyuncuların başında o geliyordu.

Cenk Gönen için Beşiktaş'la görüşmeleri sürdüren Denizlispor, Beşiktaş'tan da 22 yaşındaki sol bek Emre Özkan'ı istemiş. Emre, ümitlerde yaşı yettiği dönemde banko forma giyen bir futbolcuydu. 08/09 sezonunda Batuhan'la beraber Eskişehirspor'a kiralanmış fakat ilk maçında gördüğü kırmızı kartın da etkisiyle Eskişehirspor'un düzenli oynayan beklerini kesememişti. Bu sezonu Orduspor'da süre alarak geçirmiş, Bank Asya'ya aşinalığı var. Çağlar Birinci'nin boşalttığı boşluğun da en önemli adayı.

Galatasaray ve Beşiktaş altyapısı çıkışlı altı oyuncu var elinde Denizli'nin. Bunu belli bir plana bağlı olarak mı yaptılar, yoksa gelişi güzel bir şekilde "ne koparsam kâr" mantığıyla mı yapıldı bilmiyorum ama bu oyuncuların üç ya da dördü takımda düzenli oynarsa hakikaten ilgi çekici bir takım haline gelebilirler. Bank Asya'da Abdullah Avcı'nın İBB'sinden ve Oftaş/Hacettepe'den beri bu kadar genç takım az gördük. D Spor kepazeliği sonrası TRT'ye geçen Bank Asya'yı bu sezon daha rahat izleyebileceğiz. Denizli'ye de dikkat kesilmek lâzım. Kiralık dönemlerinde istedikleri süreleri alamıyor olmaları mazur görülebilirdi ama bu kadar genç bir takımda bu oyuncuların gelişim gösterip gösteremeyeceğini merakla izleyeceğiz. Bakalım...

'Gelecek' Geldi: Futurama 6. Sezon

Ve geldi... Bana göre ABD televizyonlarında yayınlanmış en iyi iki-üç çizgi film serisinden biri olan, hatta kendi adıma birinci sıraya dahi yazabileceğim Futurama, izleniyor olmasına rağmen yayıncısı Fox, senarist Matt Groeing'le anlaşamamış ve güzelim diziyi mundar etme kararı almıştı. İsim tanıdık geldiyse hatırlatalım, Matt Groeing, The Simpsons'ı yaratan kişi. Zamanında yaptığı kötü anlaşmayla The Simpsons'ın haklarını büyük ölçüde Fox'a kaptıran başarılı senarist bu kez tongaya düşmeyince "Bir kanalda iki çizgi dizi olmaz ağa" düsturundan dizi 2006'da yalan olmuştu.

Ben diziyi izlemeye başladığımda Futurama'nın mevcut beş sezonunun tekrar hakları Comedy Central tarafından yeni satın alınmıştı. Dizinin dönüşünün önündeki tek engel Fox'la 2010 yılına kadar süren anlaşmanın bitmesiydi. Arada çıkan filmlerle idare etsek de zaman içinde unutuyor insan tabii, bugün karşılaştığımdaysa "Nooluyor laan" demekten kendimi alamadım. Hatta öyle ki şu anda dizi yeni iniyor, ben de size hariçten gazel okuyorum.

Dört yıl aradan sonra Futurama ekranlara döndü. Dört yıl uzun bir ara. Aynı tadı alabilecek miyiz, ona izledikten sonra karar veririz de dizi kısırı şu günlerde benim gibi bir bağımlıya ilaç gibi geleceği kesin. Futurama'yı özleyen, güzel diziydi diyen varsa torrent sitelerini bir kontrol etsin...

İngiliz Hastanın Doktoru: İngiltere 1-0 Slovenya

Hedef maçla maraton maçı arasındaki farklılık İngiltere'nin ayağına dolanan en önemli bağ oldu. NBA'de normal sezonda yardıran, play-off'larda defoları ortaya çıkan takımlar gibi. Cezayir de, ABD de, Slovenya da İngiltere dersine sıkı çalıştı ve İngiltere'nin üretkenliğini sağlayan oyuncunun Wayne Rooney olduğunu, onun pas yollarını tıkayıp ilk topları rahat almamasını sağlamanın İngiltere'nin varyasyonlarını kısıtladığını anladılar.

Bu süreçte İngiltere de herhangi bir alternatif geliştiremedi. İlk iki maçta sağ kanattan rakibi zorlaması beklenen Lennon ve arkasındaki Glen Johnson bildiğiniz nal topladı. Heskey çok eleştirilse de ilk iki maçın iyilerindendi ve kanatların işlemediği bir takıma pozisyon şansı tanıdı. Atılan tek gol de onun Gerrard'a yaptığı servis üstünden gelmişti.

İlk iki maçtan sonra Ada'dan gelen baskı takıma bence motivasyon olarak dönmüştür ama bu maçı farklılaştıran, Gerrard ve Lampard'ı öne gelmesi ve James Milner'ın sağdaki silik oyunu değiştirmesidir. James Milner'ın sol tarafta paspas olan oyununu ilk maçta izlemiştik fakat Milner'ın oynayabildiği tek bölge orası değil. Noat Samisa detaylıca yazmıştı Milner'ın hikayesini, tekrarlamayalım. Sağ kanattan Cezayir solunu dağıtan Milner açık ara maçın oyuncusuydu.

Rooney de daha sık topla buluşma fırsatı buldu. Top aldığı adamlar kendisine yakınlaşınca, araya da ayağına daha hakim bir oyuncu olan Defoe girince Rooney de rahatladı. Elemelerde işleyen Heskey'li oyundan ziyade daha fazla dar alan oyunu gerektiren Dünya Kupası maçlarında bu düzenin daha verimli olduğu görüldü.

ABD maçını izlemedim ama golü gördüm. Gerçekten dramatik bir final oldu, üç takım için de. Slovenler bence vasat bir jenerasyonla çok iyi iş çıkardılar, normal şartlarda çıkmamaları zordu rakiplerinden 4 puan almışken. Biraz İngiltere'nin ve fikstürün kurbanı oldular diyebiliriz. Donovan turlattı takımını. Lider çıktılar. Bu da Almanya-İngiltere eşleşmesi bekleyebileceğimiz anlamına geliyor. Akşam grubu da çok zevkli olacak gibi duruyor şimdiden. Arada Marsel'i izlemeye devam...

Batan Geminin Malları (1): A ve B Grubu

Dünya Kupası piyasa yeridir, yerel bir oyuncuyken kendinizi bir anda dünya çapında tanınır hale getirebilirsiniz. Hasan Şaş'ın bugün dahi Türkiye'nin en çok bilinen iki-üç oyuncusundan biri olmasının sihri Dünya Kupası'ndan geliyor. Bir de kendini gösteremeyenler var tabii. Turnuvada ilerleyemeyen takımlarda oynayanlar, oynadıkları maçlarda fahiş bir hata yapanlar. Kendini gösterenleri herkes fark eder, onları da konuşmak lazım ama müsadenizle biraz leşçilik yapıp ilk turda elenen takımlarda göze batanları, kötü performans sergileyip aslında iyi oyuncu olanları listelemek istiyorum. Her iki grup sonunda bir yazıyla farklı bir ilk tur yazı dizisi de yapmış oluruz böylece...

Siboniso Gaxa (Güney Afrika): Günney Afrika bu turnuvada beklentilerin ötesine geçtiyse herkesin dilinde olan Tshabalala kadar onun da payı var. Hücum beki diye ölen takımların şu turnuvadan sonra kapısında yatması gereken bir isim. 84 doğumlu ve Güney Afrika'nın önemli takımlarından Sundows forması giyiyor. İlk maçta Meksika savunmasını çökertmişti. Takibe almalı.

Danny Shittu (Nijerya): Bonservisi Bolton'da bulunan oyuncunun adı kupa öncesi Kayserispor'la geçiyordu ama Süleyman Hurma, "Ondan daha iyisini bulduk, vazgeçtik. Kulübü kapımızda yatıyordu" açıklamasını yapmıştı. Turnuva öncesi fikirlerimi değiştiren bir oyun sergiledi ve bence stoperde sağlam bir alternatif olabileceğini gösterdi. Rakip forvetlere sırtını dönme şansı vermiyor pek, ilk müdaheleleri de gayet sert ve başarılı geldi. Bence Kayserispor bir gözden geçirsin kararını.

Vasileios Torosidis (Yunanistan): Torosidis, Panathinaikos'un 25 yaşındaki sol beki ve bence Yunanistan Milli Takımı'nın en önemli oyuncularından biri. Fiziğinin sağlam olmasının yanı sıra topla kat edebiliyor, hızlanabiliyor. Hızlı, top süren bir Hakan Balta gibi gördüm oynadığı maçlarda. Adam zaten Olympiakos'ta oynuyor gerçi, milli takımın bankosuyken Türkiye'de işi olmaz fakat Yunanistan Ligi'nin ötesini görmesi gereken bir oyuncu bence.

Vincent Enyeema (Nijerya): Enyeema, menajerlik oyunlarına bir kez bile göz atanların rahatlıkla fark edebileceği bir isim, turnuva öncesi detaylıca bir Nijerya yazısı yazdığımdan birkaç maçını izlemiştim özellikle. Refleksleri kuvvetli, güven veren bir kaleci. Aslında Dünya Kupası'nda gösterdiği performans da bence iyiydi ama yediği iki hatalı gol Nijerya'ya belki de turnuvaya mâl oldu. Yunanistan maçında yediği golde bence Jabulani etkisi var ama Güney Kore'den yediği ikinci golde notu kırıldı. Yine de kaliteli bir oyuncu olduğuna beni ikna etti, böyle oyuncuları almak için de bu performanslar fırsattır. Galatasaray getirsin isterim Enyeema'yı.

Alexandros Tzorvas (Yunanistan): Evet yine kaleci ama Tzorvas oyunuyla hemen herkesi ikna eden oyunculardan. Nikopolidis abinin emanetini devralan bir ton kaleci arasından sıyrılıp hakikaten kaleyi doldurmayı başardı. Dün Arjantin'i tek başına durdurdu desek yeri. Durdurdu diyorum çünkü Street Fighter'daki Dalsım olmadığı sürece hiçbir kalecinin bakmaktan başka bir şey yapamayacağı iki gol yedi. Kalan bütün toplar onun elinde eridi. Casillas'ı çok beğenirim ben kaleci olarak, bana benzer bir güven oluşturdu. Panathinaikos'un kalesi sağlam...

Bu beş oyuncu dışında dikkatimi çeken diğer isimler: Kalu Uche (Almeira), Papastathopoulos (Genoa), Itumeleng Khune (Kaizer Chiefs). Bir de Gourcuff var ama dayak yerim diye korkuyorum...

Bülent Uygun'un Bucası

Her lig kendi karakterine uygun teknik adamlar yaratır. Bülent Uygun da Türkiye Ligi'ni çözmüş, doğru bir alan savunması, güçlü bir forvet ve hücuma katkı veren iki bekle zirve yolunun açılacağını çözmüş bir hocadır. Çenesinin düşüklüğü, ucuz ve anlamsız söylemleri Sivasspor döneminde başını çok ağrıtsa da en azından saha içinde hakkının pek verilmediğini düşünüyorum.

Bülent Uygun'un en iyi becerdiği iş ise açık ara transfer. Futbolculuğunun ardından biraz da ülke içindeki 'bağlantılarını' kullanarak adım attığı menajerlik işini iyi kıvırmış olması ona teknik direktörlük döneminde çok şey kattı. Kaç paraya hangi kariyerde ve kalitede oyuncuların gelebileceğini biliyor, kendini ip piyasa dinamiklerine kaptırmıyor. Bence Süper Lig'in ihtiyaç duyduğu profilde bir teknik adam. Kulüpler profesyonelleşmiyorsa kulüpte ağırlığı olan bir hoca bence ülke şartlarında iyi bir çözüm.

Buca'ya gelişi şu yüzden önemli. Sivasspor'da elinde Şampiyonlar Ligi vizesi olsa da istediğiniz yabancı oyuncuyu ikna edebileceğiniz bir şehir yok elinizde. Bouzaza, imza attığının ertesi günü bavullarını topladı, gitti. Birçok kalburüstü adam düşünülse de hiçbiriyle anlaşma sağlanamadı. Biz o dönemki Sivasspor'la bugünkü Buca arasında Sivas lehine bir fark olduğunu içerden görebiliyoruz ama bence yabancılar bu farkı dışarıdan göremiyorlar. Görebildikleri kendilerine davranış şekli, çokça para ve kalacakları şehir/ev. Türkiye'ye gelmeye karar verdiyse Buca'ya oyuncu getirmek bence çok daha kolay.

Orta sahaya Jerko Leko alındı ki bu adamı geçen sene Galatasaray alsa buraya yazacağım yazı "tecrübeli, iş yapar" minvalinde olurdu, Türkiye standartlarının üstünde bir adam. Euro 2008'de Hırvatistan kadrosunda da yer alıyordu. Son iki senede az forma şansı bulması bence çok da önemli değil. Ayrıca Standard Liege'den Mulembo imza atmış. Standard Liege'i Sinan için birkaç kez izledim ama benim gözüme takılmamıştı. Verileri ise baya etkileyici. Belçika U21'de forma giymiş, Standard ile 120 Belçika Ligi, 3 Şampiyonlar Ligi, 4 UEFA Ligi maçına çıkmış. 23 yaşındaki bir sol bek için fazlasıyla tecrübeli. Standard referansı yeter zaten Türkiye için.

Bunun dışında iki tip yerli transfer ağırlıkta. Eski tüfekler ve alt liglerden toplanan yetenekler. Musa Aydın ve İbrahim Dağaşan'ı almışlar fakat bunlar kadar önemli olanı 2B'de, 3.Lig'de sivrilen adamları toplamaları. Ozan İpek'i de Kahramanmaraşspor'dan almıştı Buca. Darıca Gençlerbirliği'nden aldıkları Oğuz hakkında güzel şeyler okumuştum, Buca'da izleyeceğiz artık. Takımın altyapısından gelenleri, Veli Kızılkaya'yı, Sercan Kaya'yı (Soyadlar Yahşi Batı esprisi gibi oldu yalnız) düşününce bu sene Buca izlenesi bir takım olacak. Geçen seneye benzemezse tabii...

Uğur Uçar Giderken

Altyapıdan yetişmiş savunma oyuncularının yeri her zaman farklı olmuştur, bu bütün takımlar için geçerli. Yetenekliler zaten iyi futbolcudur, gol atar, asist yapar, top sürer. Fakat defans oyuncuları daha bir taraftardır, daha bir 'bizdendir'. Bülent Korkmaz'ın Galatasaray'daki itibarı da buradan gelir, Milan'daki Maldini gibi. Taş yerinde ağırdır derler ya, bu oyuncular da ancak kendi kulüplerinde büyüyebilirler.

Uğur Uçar da bence bu neslin Bülent Korkmaz'ı olabilecek oyuncuydu. Hırslıydı, kendini geliştiriyordu, çabalıyordu. Kısa boylu bir stoperden ligin en iyi hücum beklerinden birine dönüşen Uğur Uçar, o lanet olası Şubat ayı maçında dizini bıraktığında birçoğumuz hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordu. Öyle bir sakatlık geçirdi ki sahalara dönmesi bile mucizeydi. Dizi sürekli su topluyordu, uzun süre yürüyemedi bile. Diz sakatlıkları her sporcunun başının belasıdır, ağır bir sakatlık tüm kariyerinizi etkileyebilir. Uğur'a da öyle oldu. Bir türlü eskisi gibi olmadı, olamadı.

Geçen sene yapmaya çalıştıkları takdire şayandı, bence yine elinden geleni yapmış, takıma katkı veren oyunculardan biri olmuştur ama Galatasaray düzeyinde bir oyuncu olamayacağını anlamıştık. Bana kalsa yine takımda kalsın derdim ama saygı duyulur böyle karara, teknik heyetin dediği doğrudur. O sakatlık olmasa belki de bugün Arda Turan'ın önünde kaptanlık bandını takacak oyuncu olan Uğur Uçar'ın gönderilişindeki ufak bir ayrıntı esas canımı sıkan. Uğur, giderken Galatasaray'dan alacağı 100 bin TL'yi bırakmak zorunda kalmış, transferine bu şekilde izin verilmiş. Galatasaray'ı 100 bin TL mi kurtaracak arkadaş, altyapından yetişmiş ve sahada Galatasaray forması için dizini bırakmış adama bu kadar paranın hesabı mı yapılır? Ankaragücü'ne diretip 100 bin TL fazla al, yine öde parayı. Hay para kadar başınıza taş düşsün diyesi geliyor insanın.

1.3 milyon TL yani yaklaşık 700 bin avro karşılığında verilmiş Ankaragücü'ne. Genç, yerli bir savunma oyuncusu, azımsanmayacak bir Süper Lig tecrübesi var, Şampiyonlar Ligi'nde maça çıkmışlığı da. Üç taraf için de doğru bir hamle olur umarım. Gelecek sezon Sami Yen'e ya da Aslantepe'ye ayak bastığında onu tribüne "Ur, ur, ur" diye çağıranlardan biri de ben olacağım...

Adanalı Ronaldo

Cristiano Ronaldo'nun seveni de çok sevmeyeni de... Futbolculuğuna laf etmek anlamsız ve komik olsa da yeni nesil apaçi gençliğin ilahı olacak saç stiliyle dost meclislerinde çok dalga geçmiştik. Yanılmamışız. Yurdum gençliği yememiş içmemiş, Ronaldo'nun benzerini bulmuş, bir de onunla röportaj yapmış. Adanalı Ronaldo diyor arkadaş kendisine. Bir dönem Seyhanspor'da oynamış Gökmen Akdoğan isimli arkadaş. Röportajda yine efsane replikler var. Gülmek isteyenler için birebir...

"Ronaldo'ya benzediğimi ortaokulda anladım. Daha önce Jardel'e benzetiyorlardı"
"Ronaldo'yla kıyaslamak için değil ama onun yediğini içtiğini ben de yesem ben de öyle olurum"
"Bir rock grubu klibinde oynamamı istedi. İmkanlar olursa niye olmasın?"
"Ne kadar çok sevenim varsa bir o kadar sevmeyenim var, bu böyle" (Benim giriş cümlesine gönderme yapmış)

Palermo Pazarı: Kjaer, Cavani & Pastore

Bu turnuvada çıkış yapan genç oyuncuların birçoğu Serie A kökenli ve piyasasının üzerine koyan oyuncuların toplandığı iki kulüp var. Birisi Palermo, diğer Udinese. Bu turnuvalar hangi takımların iyi bir araştırmayla milli takımları taradığını açıkça görüyoruz ki Serie A'nın son dönemde kimliğiyle öne çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Palermo'nun turnuvada forma giyen üç önemli yeteneği var. Danimarka'nın 21 yaşındaki stoperi Kjaer, Uruguay'ın 87 doğumlu forveti Edinson Cavani ve Arjantin kulübesinde forma bekleyen Javier Pastore... Palermo, Kjaer ve Cavani'yi iyi bir teklif gelmesi halinde gönderebileceğini, Pastore'nin ise şu an için paha biçilemez olduğunu açıklamış.

Simon Kjaer ile ilgili öne çıkan en önemli dedikodu, Calciopoli sonrası Bayern'de görmeye alışık olduğumuz iç piyasayı süpürme modelini uygulamaya koyan Inter. Rafael Benitez'in Liverpool'da da takip ettiği adamlardan biri olan Kjaer, Inter'in gözdelerinden. Yalnız ortada şöyle bir olay var ki Kjaer'in Palermo ile olan sözleşmesinde yurtdışından bir kulübe gitmesi halinde 12 milyon avroya serbest kalma maddesi var, yurt içinde ise bu geçerli değil. Inter'in onu koparması için maksimum bedelinin de üstüne çıkması lazım. 15-18 milyon avro arası bir bedelle Inter'e geçebilir Danimarkalı. Onun dışında İtalya basınına göre işi 12'ye bitirmeye niyetlenen Manchester United ve Wolfsburg varmış.

Edinson Cavani ise aslında kupada daha büyük çıkış beklediğim ama turnuvada A takıma çıkmış çekingen altyapı oyuncusu havasında gezen bir adam konumunda. Yeteneği, fiziği kendini belli ediyor ama beklenen ağırlığını maça koyamıyor. Yine de kupada boy göstermesi bile taliplilerini arttıracaktır. İşin ilginci bu transferde adı geçen kulüpler yine Wolfsburg ve Inter. Alman ekibi, Dzeko'nun takımdan gitme ihtimaline karşı Cavani'yi düşünürken Inter zaten herkese talip olduğundan pek şaşırmıyoruz.

Burada esas oğlan aslında Javier Pastore ama Arjantin Milli Takımı referansını bu kadar ucuza bırakmamak adına bir-iki sezon bekletebilirler transferi. Kjaer ve Cavani ikilisine ise dikkat...
Related Posts with Thumbnails