Bizim de yer aldığımız ve unutulmaz maçlar ve anılarla ayrıldığımız bir turnuvaydı Euro 2008 ve oyuncular için vizyona çıkma, Fatih Terim'in tabiriyle 'kendilerini hatırlatma' fırsatıydı. Bu fırsatı iyi kullananlar ve transfer piyasasındaki değerlerini katlayanlar oldu. 27 yaşına kadar Rusya dışına çıkmamış Andrei Arshavin Arsenal'e transfer oldu, takım arkadaşı Roman Pavluchenko da Arsenal'in ezeli rakibi Tottenham'a. Zhirkov ise bu transfer döeminde Chelsea'ye geçti. Bu tip ışıltılı isimlerin yanında ortaya koydukları özellikleriyle Arshavin ve arkadaşları kadar olmasa da kendilerini gösterebilmiş başka oyuncular vardı ve bu oyuncular Türkiye'ye getirilmesi o kadar zor isimler değil. Turnuvanın sıcaklığıyla fiyatları o dönem artmış olabilirdi ama çift haneli sezonu geride bıraktığımıza göre yetenekleri ve oynayabilecekleri oyun az çok belli olan bu oyuncuları hatırlayalım istedim. Belki kulüplerimiz menejerlerin hazırlattığı klipleri değil de Dünyanın gözü önünde oynanmış bir turnuvayı referans alırlar.
Bugün ele alacağımız isimlere Çek Cumhuriyeti'nden Libor Sionko ile başlayalım. Türkiye'yle aynı grupta yer alması sebebiyle daha bir alıcı gözle izlediğimiz takımlardan biriydi Çek Cumhuriyeti ve 77 doğumlu Sionko Çek Cumhuriyeti'nin en verimli oyuncularından biriydi. Sağ kanatta etkili bir oyun çıkarmıştı ve ileri uçta oynayan merkez forvet Koller'i soldaki Plasil'le beraber iyi beslemişlerdi. Bizle oynadıkları ve 2-0 öne geçtikten sonra 3-2 kaybettikleri maç olmasa kendilerini daha fazla gösterme şansları bulabileceklerdi ama futbol bizden yanaydı ve bir maçın 90 dakika olduğunu o turnuvada birden fazla kez ispatlayan takımdık. Çek Cumhuriyeti de kurbanlardan biriydi. Yine de kendilerini gösteren oyuncular iyi transferler gerçekleştirdiler.
Az önce değindiğimiz Plasil bu transfer döneminde 3 milyon euro karşılığında Osasuna'dan Bordeaux'ya geçti. Keza bir başka rol oyuncusu diyebileceğimiz Sverkos devre arasında transfer olduğu Sochaux'da 9 gol attı ve bonservisine 2.5 milyon euro ödeyen kulübünü mahçup etmedi. Kadroda yer bulan bir diğer oyuncu olan Kadlec, Sparta Prag'dan 2.5 milyon euro karşılığında Leverkusen'e transfer oldu ve sezon boyunca genelde ilk 11'de forma giymeyi başardı. Hatta gösteremeyenler de diyelim zira Milan Baros o turnuvada beklediği şansı bulamadıktan sonra Galatasaray'a transfer oldu. Eğer forvet hattında oynayan ve gol atan bir Baros olsaydı belki de piyasası çok daha yukarı çıkacaktı ve Türkiye'ye gelmeyecekti.
Sionko diyorduk. Sionko da en az bu saydığımız oyuncular kadar başarılı bir iş çıkarmıştı ama onun piyasasını fazla yükseltememisinin sebebi biraz da yaşıydı. 77 doğumlu Sionko şu anda 32 yaşında ve bundan sonra bizim ligimizden daha üst bir lige atlaması gerçekten zor. Kariyeri boyunca bosmandan sıkça faydalanarak transfer yapmış bir oyuncu olan Sionko iyi bir teklifle gidilirse baş altı takımlarımıza gelebilecek oyunculardan birisi. 2-3 sene daha rahatlıkla ligimizde oynayabilecek düzeyde ve Kopenhag'da Avrupa kupalarında da sıkça şans buldu. Bence düşünülmesi gereken bir oyuncu, kariyerinin son döneminde gelmeye ikna edilebilirse.
Bizim grubumuzda yer alan bir diğer ekip Portekiz'in Euro 2008'deki forvetlerindendi Helder Postiga ancak Postiga önerim gösterdiği iyi performanstan değil aksine kariyerindeki düşüşten kaynaklanıyor. Tottenham'a 10 milyon euro'ya yakın bir bonservis bedeliyle transfer olduktan sonra serbest düşüşe geçen, potansiyelini bir türlü sahaya yansıtamayan bir oyuncu görünümünde Helder Postiga. Tottenham sonrası tekrar Porto'ya dönmüş, ardından cüzi ücretler karşılığı Saint-Etienne ve Pana'ya kiralanmıştı. Bu takımlar bonservisini almak istemedi ancak o Portekiz'in dar forvet rotasyonunun da etkisiyle Euro 2008 kadrosunda kendine yer bulmuştu. Euro 2008'de iki maçta forma bulan Postiga, çeyrek final maçında Almanya'ya karşı bir gol atınca tekrar hatırlattı kendini.
İşte bunun gazına gelen Sporting Lizbon da o yaz paraya kıyıp kendisini 2.5 milyon euro bonservisle transfer etti. Sonuç yine hayal kırıklığı oldu. Portekiz liginde 21 maçta atılan sadece 5 gol. Artık gelecek vadeden oyuncu sınıfına da girmekten uzak olan Postiga 27 yaşını doldurmak üzere. Yediği kazıktan canı yanmış bir Sporting ödedikleri bonservisin bir kısmını kurtarmak isteyebilir ya da daha düşük bir ücrete kiralık vermeyi kabul edebilir. Aldığı yıllık ücret ne kadar, bilmiyorum ama Darius Vassell gibi bir oyuncuyu Türkiye'ye getirebilen bir Ankaragücü varken forvet arayan diğer ekiplerimiz için karşılanmayacak bir ücret olduğunu sanmıyorum. Portekiz'de pek yüksek ücretler ödenmez oyunculara, bizde ortalama oyuncuların aldığı ücretleri orda yıldız oyunculara veriyorlar. Dediğim gibi, olmayacak transfer değil. Postiga pek uzak bir oyuncu değil Türkiye'ye, hele ki Yunan ligini denemişken.
Euro 2008'de dikkatimizi çeken yerli oyuncular vardı bir de. Türkiye dışındaki milli takımlarda oynayan Türk asıllı oyunculardan söz ediyorum. Bunlardan birisi de Hoffenheim'in ve Avusturya'nın Türk asıllı kalecisi Ramazan Özcan'dı. Euro 2008 kadrosunda görünce tüm spor kamuoyu kimdir, necidir diye merak etmişti ama turnuvada şans bulamadı Ramazan. Esas çıkışını Euro 2008'de değil Bundesliga'ya sarsıcı bir giriş yapan Hoffenheim'da yapacaktı. İlk 6 hafta Hoffenheim'ın kalesini koruyan Ramazan, yerli kaleciler konusunda ciddi sıkıntı yaşayan Türkiye'de adı bilinen bir isim haline geldi. Daha sonra performansı nedeniyle formayı kaptırdı ve devre arasında Hildebrand'ın gelişiyle kaleci rotasyonunda as oyuncu olarak pek düşünülmediği belli oldu. Ligin sonlarına doğru bir-iki defa şans buldu Ramazan ama transfer edilebilir bir oyuncu olduğu gerçeğini değiştirmedi bu. Yabancı kontenjanı nedeniyle sıkıntı yaşayan ve yerli kaleci transfer etmek isteyen kulüplerimiz için kesinlikle düşünülmesi gereken alternatiflerden biri. Hoffenheim'ın da onu gelecek sezonlarda düşündüğünü pek sanmıyorum. Uygun bir maliyetle gerçekleşebilecek bir transfer gibi duruyor, kiralama da yine iyi bir alternatif olabilir.
Aklıma geldikçe bir-iki yazı daha yazmak istiyorum böyle, sizin de aklınızda olan oyuncular varsa yorum kısmına bırakabilirsiniz...
Avrupa Kupalarında Ezber Bozanlar
Her sene bu tip takımlar ve ülkeler görüyoruz. Geçen sene Anorthosis, Aalborg, Kaunas gibi takımlar ön plana çıkmıştı ama geçen hafta ironik bir şekilde benzer sürprizlerle Avrupa dışında kaldılar. Bu sene ise ön plana çıkan farklı takımlar ve ülkeler var doğal olarak, onlara değinmeden geçmek olmaz.
Şampiyonlar Ligi elemelerinde dikkat çeken çok takım var bu sene, geçtiğimiz senelerde favoriler daha ağırlıklı olarak kazanıyordu. Hatta şampiyon olmayanların elemelerinde sürpriz sonuç çıkmayan tek eşleşme Anderlecht-Sivasspor'du desek yalan olmayacak. Geçtiğimiz sezon son UEFA Kupasını alan Shaktar kendi evinde öldü öldü dirildi, iki defa geriye düştüğü maçtan beraberliği zor kurtardı. Romanya'da Timisoara karşısında işleri hiç de kolay olmayacak, 1-1'lik beraberliği bile Romanya temsilcisine kaptırdılar. Yaptıkları büyük patlamanın ardından geçtiğimiz iki sezonu kabus gibi geçiren Romenler bu sene biraz daha toparlamışa benziyorlar. Şampiyonlar Ligine ikinci takımı sokmaları hala zor ama bu turu geçmeleri onlara UEFA Ligi gruplarını garantilemiş bir takım kazandıracak. Bu güven play-off turunda üstlerindeki baskıyı ortadan kaldırabilir. Shaktar'ı da küçümsememek gerek elbette, bence kötü skora rağmen Timisoara kadar şansı var, özellikle erken bir gol bulabilirlerse.
İskoç kabusu ise Celtic'le devam etti, evlerinde Rusya temsilcisi Dinamo Moskova'ya tek golle boyun eğdiler. Geçen sezon gruplarda Aalborg'un arkasında kalıp elenmişlerdi, bu turda da seribaşı olan taraf olmalarına rağmen aldıkları iç saha mağlubiyeti pek hayra alamet değil. UEFA Ligi yolları göründü onlara da yavaş yavaş. Bir başka seribaşı Pana da deplasmanda 3-1 yenilerek evine stresli dönenlerden. Eğer Prag'dan bir gol yerlerse çıkarmaları için 3 ve üzeri gol bulmak durumundalar ki onların da işinin pek kolay olmadığını söyleyebiliriz. Göz önündeki bu maçlar dışında bir de Maribor'un Zürih deplasmanında aldığı 3-2'lik galibiyeti eklemek lazım. Bazı kulüpler vardır, kadrosunu bilmezsiniz ama ismi hep tanıdık gelir. Maribor da onlardan biri, turu geçmelerini istemiyor değilim içten içe.
UEFA Ligine damgasını vuran ise Karabağ oldu. Sezona Avrupa kupalarında tek galibiyeti olan bir takım olarak giren Karabağ ilk turda Rosenborg gibi önemli bir takımı eledikten sonra Finlandiya temsilcisi Honka'yı da deplasmanda 1-0'la geçti. Bu da büyük bir avantaj demek iç sahada. Bir diğer doğu komşumuz Gürcistan'ın temsilcisi Dinamo Tiflis, eski gücünden uzak olsa da Kızıl Yıldız gibi bir ekibi 2-0'la geçerek gecenin ezber bozanlarından biri oldu. Kızıl Yıldız 87. dakikada yediği ikinci gol için çok üzülebilir daha sonra. Şampiyonlar Ligi elemeleri gibi dönüşü de yok bu turların, elenirseniz Avrupayı televizyondan izliyorsunuz bundan sonra.
Bunun farkında olan iki önemli kulüp daha var ki onların durumu da en az Kızıl Yıldız kadar kritik. Bilbao ve Braga'dan söz ediyorum. İki takım da kendi sahalarında kaybettiler ve elenmenin eşiğindeler. Bilbao İsviçre temsilcisi Young Boys'a 1-0 yenildi. Geçtiğimiz sezon son Inter-Toto'da Sivasspor'u saf dışı bırakan ve ardından UEFA Kupasında 4.tura kadar yükselmeyi başaran Braga ise iki sezon önce UEFA gruplarına kalıp herkesi şaşırtan Elfsborg'a 2-1 mağlup oldu. Deplasmanda alınacak 1-0'lık galibiyet bile yetmiyor artık Braga'ya ki bu da bizler için hiç de fena haber değil, bir dahaki yazıda değineceğiz buna. Bilbao ve Braga'nın gördüğü kabusları görebilecek Roma ve Basel de vardı dün gece ama onlar ikinci yarıda toparlanmayı başardılar. Roma kendi sahasında 1-0 geriye düşmüştü Gent karşısında, Basel ise geçtiğimiz turun sürpriz takımlarından Reykjavik'ten 2 gol yiyerek başladı maça. Basel ikinci yarıda iki gol bulup derin bir nefes aldı, Roma da biraz kırmızı kart-penaltının da getirisiyle skoru 3-1'e getirebildi. Avrupanın her kalburüstü kulübü Galatasaray ve Fenerbahçe kadar rahat değildi yani...
Şampiyonlar Ligi elemelerinde dikkat çeken çok takım var bu sene, geçtiğimiz senelerde favoriler daha ağırlıklı olarak kazanıyordu. Hatta şampiyon olmayanların elemelerinde sürpriz sonuç çıkmayan tek eşleşme Anderlecht-Sivasspor'du desek yalan olmayacak. Geçtiğimiz sezon son UEFA Kupasını alan Shaktar kendi evinde öldü öldü dirildi, iki defa geriye düştüğü maçtan beraberliği zor kurtardı. Romanya'da Timisoara karşısında işleri hiç de kolay olmayacak, 1-1'lik beraberliği bile Romanya temsilcisine kaptırdılar. Yaptıkları büyük patlamanın ardından geçtiğimiz iki sezonu kabus gibi geçiren Romenler bu sene biraz daha toparlamışa benziyorlar. Şampiyonlar Ligine ikinci takımı sokmaları hala zor ama bu turu geçmeleri onlara UEFA Ligi gruplarını garantilemiş bir takım kazandıracak. Bu güven play-off turunda üstlerindeki baskıyı ortadan kaldırabilir. Shaktar'ı da küçümsememek gerek elbette, bence kötü skora rağmen Timisoara kadar şansı var, özellikle erken bir gol bulabilirlerse.
İskoç kabusu ise Celtic'le devam etti, evlerinde Rusya temsilcisi Dinamo Moskova'ya tek golle boyun eğdiler. Geçen sezon gruplarda Aalborg'un arkasında kalıp elenmişlerdi, bu turda da seribaşı olan taraf olmalarına rağmen aldıkları iç saha mağlubiyeti pek hayra alamet değil. UEFA Ligi yolları göründü onlara da yavaş yavaş. Bir başka seribaşı Pana da deplasmanda 3-1 yenilerek evine stresli dönenlerden. Eğer Prag'dan bir gol yerlerse çıkarmaları için 3 ve üzeri gol bulmak durumundalar ki onların da işinin pek kolay olmadığını söyleyebiliriz. Göz önündeki bu maçlar dışında bir de Maribor'un Zürih deplasmanında aldığı 3-2'lik galibiyeti eklemek lazım. Bazı kulüpler vardır, kadrosunu bilmezsiniz ama ismi hep tanıdık gelir. Maribor da onlardan biri, turu geçmelerini istemiyor değilim içten içe.
UEFA Ligine damgasını vuran ise Karabağ oldu. Sezona Avrupa kupalarında tek galibiyeti olan bir takım olarak giren Karabağ ilk turda Rosenborg gibi önemli bir takımı eledikten sonra Finlandiya temsilcisi Honka'yı da deplasmanda 1-0'la geçti. Bu da büyük bir avantaj demek iç sahada. Bir diğer doğu komşumuz Gürcistan'ın temsilcisi Dinamo Tiflis, eski gücünden uzak olsa da Kızıl Yıldız gibi bir ekibi 2-0'la geçerek gecenin ezber bozanlarından biri oldu. Kızıl Yıldız 87. dakikada yediği ikinci gol için çok üzülebilir daha sonra. Şampiyonlar Ligi elemeleri gibi dönüşü de yok bu turların, elenirseniz Avrupayı televizyondan izliyorsunuz bundan sonra.
Bunun farkında olan iki önemli kulüp daha var ki onların durumu da en az Kızıl Yıldız kadar kritik. Bilbao ve Braga'dan söz ediyorum. İki takım da kendi sahalarında kaybettiler ve elenmenin eşiğindeler. Bilbao İsviçre temsilcisi Young Boys'a 1-0 yenildi. Geçtiğimiz sezon son Inter-Toto'da Sivasspor'u saf dışı bırakan ve ardından UEFA Kupasında 4.tura kadar yükselmeyi başaran Braga ise iki sezon önce UEFA gruplarına kalıp herkesi şaşırtan Elfsborg'a 2-1 mağlup oldu. Deplasmanda alınacak 1-0'lık galibiyet bile yetmiyor artık Braga'ya ki bu da bizler için hiç de fena haber değil, bir dahaki yazıda değineceğiz buna. Bilbao ve Braga'nın gördüğü kabusları görebilecek Roma ve Basel de vardı dün gece ama onlar ikinci yarıda toparlanmayı başardılar. Roma kendi sahasında 1-0 geriye düşmüştü Gent karşısında, Basel ise geçtiğimiz turun sürpriz takımlarından Reykjavik'ten 2 gol yiyerek başladı maça. Basel ikinci yarıda iki gol bulup derin bir nefes aldı, Roma da biraz kırmızı kart-penaltının da getirisiyle skoru 3-1'e getirebildi. Avrupanın her kalburüstü kulübü Galatasaray ve Fenerbahçe kadar rahat değildi yani...
Maccabi Netanya 1-4 Galatasaray || Bir Galatasaray Klasiği...
Galatasaray taraftarı bu tip eleme turlarında takımının farklı kazandığı maçlarda bile yüreğinin ağzına gelmesine artık alıştı, en azından benim için öyle. Tromsö faciasından tutun, Slaven'e, Bellinzona'ya, Sion'a, Tobol'a kadar hepsinde geriye düşen bir Galatasaray var deplasmanda. Bu maçtaki kriz Allahtan kısa sürdü ve Hakan Balta beraberliği getiren golü attı. Yoksa stres altında geçmeyen dakikalara sahne olabilirdi maç.
Galatasaray'da geçtiğimiz sezonlardan farklı bir şeyler var, bunların başında da artık bariz bir biçimde gözümüze batan duran toplar geliyor. Tobol maçlarında atılan 3 golün tamamı duran toplardan gelmişti, bu maçta da ilk ve son gol kornerden geldi. Elano transferinin en sevindirici yönlerinden biri duran topları etkili kullanan bir oyuncunun gelmesiydi ama 10 numara motivasyonlu Arda Turan kornerlerde Elano'ya ciddi şekilde rakip olacağa benziyor.
D-Smart'ın dolandırıcılığı malum, yeni kanal problemini biliyor herkes. Maçın takibini internetten yapmak durumunda kaldığımdan sağlıklı bir değerlendirme yapmam mümkün değil ancak özellikle ikinci yarıda takımın maça kalitesini ve ağırlığını koyduğu aşikar. Hazırlık kampında Barcelonavari 4-3-3 denemeleri yerini geçen sene Skibbe'nin denediği 4-2-3-1'in daha dinamik bir versiyonuna bırakmış. Elano transferiyle kadro iyiden iyiye bu taktiğe uygun hale geldi zaten. Bu düzenin en önemli parçalarından olan beklerin hücum performansı dikkat çekici, hem Hakan'ın hem Sabri'nin golü var bugün. Sabri'nin golünü kaçırdım ama çok düzgün ve iyi bir şut olduğu söyleniyor. Tekrarını bekliyorum. Kewell da skorer kanat performansı devam ettiriyor ki geçtiğimiz sene bıraktığı yerden devam edecekmiş hissi veriyor bana. Bu kadar formda bir Arda Turan ve yeni transfer Kader Keita varken bu üç oyuncu nasıl beraber oynayacak, göreceğiz.Ofansif orta sahayı da göbeğe katarsak o üçlüde kimin forma bulacağı takım düzeninin kaderini çizecek ayrıntı gibi duruyor. Mehmet Topal'ın yanında riskli bir tercih yapıp Elano mu oynatılacak, yoksa Ayhan Akman ya da Barış Özbek mi o bölgeyi dolduracak, göreceğiz. Mehmet Aurelio söylentileri de dolaşıyor etrafta, önümüzdeki duruşmada TFF'nin verdiği tazminat kararı kalkarsa transferin gerçekleşmesi sürpriz olmaz. Topal'a olan İspanya ilgisi de düşünüldüğünde arkası dolu bir senaryo gibi geliyor bana.
Son olarak defans hattının kafamda soru işaretlerini artırdığını da söylemeden geçmeyeyim, Zan-Servet ikilisinin uyumu hala belirsizliğini koruyan bir konu. İyi bir Emre Güngör bu ikiliyi bozabilir gibi geliyor bana, bakalım. Turu kısayoldan halletmemiz güzel oldu, burdaki maçta yeni transferlerin yanı sıra Serdar Eylik'i tekrar görme şansımız olabilir. Takım olma ve rotasyonu oluşturma yolunda Rijkaard yol almaya başladı. Bu sürecin en kısa sürede ve sorunsuz geçilmesi Galatasaray'ın geleceği açısından hayati önem taşıyor...
Galatasaray'da geçtiğimiz sezonlardan farklı bir şeyler var, bunların başında da artık bariz bir biçimde gözümüze batan duran toplar geliyor. Tobol maçlarında atılan 3 golün tamamı duran toplardan gelmişti, bu maçta da ilk ve son gol kornerden geldi. Elano transferinin en sevindirici yönlerinden biri duran topları etkili kullanan bir oyuncunun gelmesiydi ama 10 numara motivasyonlu Arda Turan kornerlerde Elano'ya ciddi şekilde rakip olacağa benziyor.
D-Smart'ın dolandırıcılığı malum, yeni kanal problemini biliyor herkes. Maçın takibini internetten yapmak durumunda kaldığımdan sağlıklı bir değerlendirme yapmam mümkün değil ancak özellikle ikinci yarıda takımın maça kalitesini ve ağırlığını koyduğu aşikar. Hazırlık kampında Barcelonavari 4-3-3 denemeleri yerini geçen sene Skibbe'nin denediği 4-2-3-1'in daha dinamik bir versiyonuna bırakmış. Elano transferiyle kadro iyiden iyiye bu taktiğe uygun hale geldi zaten. Bu düzenin en önemli parçalarından olan beklerin hücum performansı dikkat çekici, hem Hakan'ın hem Sabri'nin golü var bugün. Sabri'nin golünü kaçırdım ama çok düzgün ve iyi bir şut olduğu söyleniyor. Tekrarını bekliyorum. Kewell da skorer kanat performansı devam ettiriyor ki geçtiğimiz sene bıraktığı yerden devam edecekmiş hissi veriyor bana. Bu kadar formda bir Arda Turan ve yeni transfer Kader Keita varken bu üç oyuncu nasıl beraber oynayacak, göreceğiz.Ofansif orta sahayı da göbeğe katarsak o üçlüde kimin forma bulacağı takım düzeninin kaderini çizecek ayrıntı gibi duruyor. Mehmet Topal'ın yanında riskli bir tercih yapıp Elano mu oynatılacak, yoksa Ayhan Akman ya da Barış Özbek mi o bölgeyi dolduracak, göreceğiz. Mehmet Aurelio söylentileri de dolaşıyor etrafta, önümüzdeki duruşmada TFF'nin verdiği tazminat kararı kalkarsa transferin gerçekleşmesi sürpriz olmaz. Topal'a olan İspanya ilgisi de düşünüldüğünde arkası dolu bir senaryo gibi geliyor bana.
Son olarak defans hattının kafamda soru işaretlerini artırdığını da söylemeden geçmeyeyim, Zan-Servet ikilisinin uyumu hala belirsizliğini koruyan bir konu. İyi bir Emre Güngör bu ikiliyi bozabilir gibi geliyor bana, bakalım. Turu kısayoldan halletmemiz güzel oldu, burdaki maçta yeni transferlerin yanı sıra Serdar Eylik'i tekrar görme şansımız olabilir. Takım olma ve rotasyonu oluşturma yolunda Rijkaard yol almaya başladı. Bu sürecin en kısa sürede ve sorunsuz geçilmesi Galatasaray'ın geleceği açısından hayati önem taşıyor...
Elano Blumer Galatasaray'da!
3-4 gün önce duymuştum Elano transferini ama inanmakta güçlük çekiyordum. Arkadaşım Manchester City'den kimi istersin dediğinde Elano ismini vermemiştim mümkün değil diye, o derece beğendiğim bir oyuncudur Elano. Daha dün Avrupa basınında Inter ve Milan'ın ciddi şekilde istediği söyleniyordu ama bildiğim kadarıyla çok uzun süredir uğraşılıyormuş bu transfer için, Elano da ikna edilince iş bitmiş. Harika yahu, söylenecek tek söz yok hakikaten. Türk futbol tarihinin en büyük transferlerinden biridir bu, Aklımızı aldın Haldun Üstünel, alacağın olsun.
Dün gece transfer sarhoşluğuyla iki satır bir şeyler karalamıştık ama demek istediklerimizi biraz daha açmak lazım elbette. Niye Elano bu kadar önemli bir transferdir mesela? Öncelikle Elano Brezilya milli takımında düzenli oynayan bir ofansif orta saha oyuncusudur. Ukrayna'da bulunduğu dönemde bile milli takım rotasyonuna girmeyi başarmıştır ki bu Türkiye, Ukrayna gibi ülkelerde o kadar da kolay değildir. Kendinizi gerçekten ispatlayamazsanız size tercih edilecek birçok oyuncu bulunur Brezilya'da ya da İspanya'da. İkincisi Elano Manchester City'nin düzenli oyuncusudur. Geçen sezon takıma gelen Arap sermayesine rağmen arkaplana düşmemiş, 28 EPL, 8 UEFA Kupası maçına çıkmıştır. Bir önceki sezon takımın bir numaralı silahıydı ve takım onun eline bakıyordu. Bu adamın Türkiye'ye gelmesine akıl sır ermiyor. Kewell'ın sakatlık problemi vardı, Baros'un gol sıkıntısı. Keita geçen seneyi formsuz geçirdiği için gelebildi bu diyarlara ama Elano! Elano Türkiye'ye gelen en komple oyuncudur benim gözümde ve Mario Jardel'le beraber kariyer zirvesinde gelen ender yabancı oyunculardan biridir.
Peki nedir Elano gibi bir adamı Türkiye'ye çeken derseniz ortaya koyan vizyon ve daha iyi ödeme koşulları diyebilirim tahminen. Zamanın birinde izlediğim bir Futbol Mundial programı vardı ve Elano'nun Shaktar'a geliş hikayesini anlatıyordu. O dönemde de ailesinin maddi durumunu düşünerek Ukrayna'ya transfer olduğunu açık yüreklilikle dile getiriyordu. Tam cümlelerini hatırlayamıyorum ama genel olarak buydu tercih sebebi. Genelde paragöz olarak bakarım ben böyle oyunculara ama durumunu çok iyi ifade etmişti ve takdirimi kazanmıştı. Futbolculuğu kadar önemli bir referanstı bu benim için.Geçen gece Alper abiye sorduğumda harika bir oyuncu olduğunu ancak gelebileceğini düşünmediğini söylemişti. "Kandırmayın Galatasaraylıları!" dedi hatta! Şaka bir yana kendisinin de yazısında ifade ettiği gibi harika bir oyuncu olmasının yanı sıra Brezilyalıların sık yaşadığı uyum probleminden pek muzdarip olan bir oyuncu değil. İngiltere'de kendini ispatlamış bir Brezilyalı ofansif orta saha oyuncusundan söz ediyoruz zaten, ötesi yok. O topraklar çok büyük Güney Amerikalı oyuncuları yemiştir, Elano ise ayakta kalan ender oyunculardan biridir. Bu da atlanmamalı hiçbir zaman. City'de Hughes'la yaşadığı problemin kaynağı ise kampa geç katılması imiş Salih'in dediğine göre. O da Brezilyalılarda 'doğuştan on geliyor', yapacak fazla bir şey yok. Lincoln krizinde de benzer şeyler söylemiştim, kalkıp Elano'ya da sırf bu detaylar için tavır alınırsa kendimden geçerim herhalde.
Her yerde güzel ve detaylı yazılar var, bazılarını hala okuyabilmiş değilim. Yazıyı bitirmişken ben de onları okumaya başlayayım...
Dün gece transfer sarhoşluğuyla iki satır bir şeyler karalamıştık ama demek istediklerimizi biraz daha açmak lazım elbette. Niye Elano bu kadar önemli bir transferdir mesela? Öncelikle Elano Brezilya milli takımında düzenli oynayan bir ofansif orta saha oyuncusudur. Ukrayna'da bulunduğu dönemde bile milli takım rotasyonuna girmeyi başarmıştır ki bu Türkiye, Ukrayna gibi ülkelerde o kadar da kolay değildir. Kendinizi gerçekten ispatlayamazsanız size tercih edilecek birçok oyuncu bulunur Brezilya'da ya da İspanya'da. İkincisi Elano Manchester City'nin düzenli oyuncusudur. Geçen sezon takıma gelen Arap sermayesine rağmen arkaplana düşmemiş, 28 EPL, 8 UEFA Kupası maçına çıkmıştır. Bir önceki sezon takımın bir numaralı silahıydı ve takım onun eline bakıyordu. Bu adamın Türkiye'ye gelmesine akıl sır ermiyor. Kewell'ın sakatlık problemi vardı, Baros'un gol sıkıntısı. Keita geçen seneyi formsuz geçirdiği için gelebildi bu diyarlara ama Elano! Elano Türkiye'ye gelen en komple oyuncudur benim gözümde ve Mario Jardel'le beraber kariyer zirvesinde gelen ender yabancı oyunculardan biridir.
Peki nedir Elano gibi bir adamı Türkiye'ye çeken derseniz ortaya koyan vizyon ve daha iyi ödeme koşulları diyebilirim tahminen. Zamanın birinde izlediğim bir Futbol Mundial programı vardı ve Elano'nun Shaktar'a geliş hikayesini anlatıyordu. O dönemde de ailesinin maddi durumunu düşünerek Ukrayna'ya transfer olduğunu açık yüreklilikle dile getiriyordu. Tam cümlelerini hatırlayamıyorum ama genel olarak buydu tercih sebebi. Genelde paragöz olarak bakarım ben böyle oyunculara ama durumunu çok iyi ifade etmişti ve takdirimi kazanmıştı. Futbolculuğu kadar önemli bir referanstı bu benim için.Geçen gece Alper abiye sorduğumda harika bir oyuncu olduğunu ancak gelebileceğini düşünmediğini söylemişti. "Kandırmayın Galatasaraylıları!" dedi hatta! Şaka bir yana kendisinin de yazısında ifade ettiği gibi harika bir oyuncu olmasının yanı sıra Brezilyalıların sık yaşadığı uyum probleminden pek muzdarip olan bir oyuncu değil. İngiltere'de kendini ispatlamış bir Brezilyalı ofansif orta saha oyuncusundan söz ediyoruz zaten, ötesi yok. O topraklar çok büyük Güney Amerikalı oyuncuları yemiştir, Elano ise ayakta kalan ender oyunculardan biridir. Bu da atlanmamalı hiçbir zaman. City'de Hughes'la yaşadığı problemin kaynağı ise kampa geç katılması imiş Salih'in dediğine göre. O da Brezilyalılarda 'doğuştan on geliyor', yapacak fazla bir şey yok. Lincoln krizinde de benzer şeyler söylemiştim, kalkıp Elano'ya da sırf bu detaylar için tavır alınırsa kendimden geçerim herhalde.
Her yerde güzel ve detaylı yazılar var, bazılarını hala okuyabilmiş değilim. Yazıyı bitirmişken ben de onları okumaya başlayayım...
Cafercan Aksu & Konya Şekerspor
Ulusal basında henüz göremesek de yerel basına 5 gün önce düşmüş bir haber Cafercan Aksu'nun 2B takımlarından Konya Şekerspor'la sözleşme imzalaması. Arda Turan'ın da içinde bulunduğu 87 jenerasyonunun en büyük yıldız adayı olarak görüldü senelerce ancak altyapılarda ve milli takımlardaki ihtişamlı kariyerini profosyonel kariyerine yansıtamayan oyunculardan biri oldu Cafercan. 2006'daki U19 Avrupa Şampiyonasında UEFA tarafından Juan Mata, Javi Garcia gibi oyuncularla beraber takip edilmesi gereken 10 oyuncu arasında gösterilmişti. Aradan geçen 3 sezondaki kariyer gelişimi gerçekten üzücü.
Şu ana kadar çok az yerli oyuncuda gördüğümüz iki önemli özelliği vardı Cafercan'ın. İlki gerçekten muhteşem kullandığı sol ayağı. Onu Maradona'yla, Hagi'yle kıyaslatacak derecede değerli bir sol ayağı vardı Cafercan'ın. Diğeri ise gerçekten futbol zekası denilen olguya sahip olması. Bu iki özellik o kadar baskındı ki Cafercan'da izleyen herkes eksiklerini göz ardı edip onun Türk futboluna damga vuracağını düşünüyordu ancak öyle olmadı. Belki 1980'lerde olsaydık gerçekten yıldız bir oyuncu olabilirdi ama günümüz futbolunda değil. Göz ardı edilen bu eksikler profosyonel futbolun olmazsa olmazları arasında artık çünkü.
Yaşıtları arasında en yetenekli oyuncu olarak sivrilen Cafercan iş bu yeteneklerini profosyonel ligde göstermeye geldiğinde boyuna göre cılız denilebilecek, sertlikten uzak, ayakta kalamayan, sıradan bir oyuncu olacaktı. Bu eksiklerini gidermek için de hiçbir zaman gereken azmi ve çalışkanlığı gösteremedi Cafercan, hatta o kadar isteksizdi ki onu gören 'Bezgin Bekir' yaftasını yapıştırıyordu, haklılardı. Bir Sabri Sarıoğlu belki kısıtlı yeteneğiyle Galatasaray'da yaptıklarını bir alt kategorideki takımlarda da üç aşağı beş yukarı yapabilirdi ama Cafercan bu yeteneğiyle ya Galatasaray'da oynayacaktı, ya da zirve liglerde tutunamayacaktı. İkincisi oldu. Arda Turan da benzer bir örnektir aslında, Cafercan kadar ekstrem olmasa da. Yeteneğini sahaya performans olarak yansıtabildiği için bugün Galatasaray'ın 10 numarası ve kaptanıdır Arda Turan.TFF kayıtlarına bakarsak an itibariyle Konya Şekerspor'un 2 yıllık imzaladığını açıkladığı sözleşme henüz federasyona ulaşmış değil ancak Cafercan'ın Galatasaray'la olan sözleşmesinin 31 Mayıs 2009'da bittiği, yaklaşık 2 aydır serbest bir oyuncu olduğunu da görebiliyoruz aynı zamanda. Bu sürede kendisine daha üst düzey bir takımın talip olmamasına şaşırdım açıkçası, henüz 22 yaşında olmasına rağmen hatrı sayılır düzeyde bir Bank Asya tecrübesi var ve bir önceki sezon vasatın üstüne çıkan bir performans da göstermişti. 2B'den değil, Bank Asya'dan bir takımla anlaşmasını beklerdim.
Bundan sonra zirve ligin dikkatini çekecek bir çıkış yapabileceğini sanmıyorum ancak Cafercan Aksu her zaman için referans bir oyuncu olacaktır bizler için. Bundan sonraki kariyerinde de başarılar diliyorum kendisine...
Şu ana kadar çok az yerli oyuncuda gördüğümüz iki önemli özelliği vardı Cafercan'ın. İlki gerçekten muhteşem kullandığı sol ayağı. Onu Maradona'yla, Hagi'yle kıyaslatacak derecede değerli bir sol ayağı vardı Cafercan'ın. Diğeri ise gerçekten futbol zekası denilen olguya sahip olması. Bu iki özellik o kadar baskındı ki Cafercan'da izleyen herkes eksiklerini göz ardı edip onun Türk futboluna damga vuracağını düşünüyordu ancak öyle olmadı. Belki 1980'lerde olsaydık gerçekten yıldız bir oyuncu olabilirdi ama günümüz futbolunda değil. Göz ardı edilen bu eksikler profosyonel futbolun olmazsa olmazları arasında artık çünkü.
Yaşıtları arasında en yetenekli oyuncu olarak sivrilen Cafercan iş bu yeteneklerini profosyonel ligde göstermeye geldiğinde boyuna göre cılız denilebilecek, sertlikten uzak, ayakta kalamayan, sıradan bir oyuncu olacaktı. Bu eksiklerini gidermek için de hiçbir zaman gereken azmi ve çalışkanlığı gösteremedi Cafercan, hatta o kadar isteksizdi ki onu gören 'Bezgin Bekir' yaftasını yapıştırıyordu, haklılardı. Bir Sabri Sarıoğlu belki kısıtlı yeteneğiyle Galatasaray'da yaptıklarını bir alt kategorideki takımlarda da üç aşağı beş yukarı yapabilirdi ama Cafercan bu yeteneğiyle ya Galatasaray'da oynayacaktı, ya da zirve liglerde tutunamayacaktı. İkincisi oldu. Arda Turan da benzer bir örnektir aslında, Cafercan kadar ekstrem olmasa da. Yeteneğini sahaya performans olarak yansıtabildiği için bugün Galatasaray'ın 10 numarası ve kaptanıdır Arda Turan.TFF kayıtlarına bakarsak an itibariyle Konya Şekerspor'un 2 yıllık imzaladığını açıkladığı sözleşme henüz federasyona ulaşmış değil ancak Cafercan'ın Galatasaray'la olan sözleşmesinin 31 Mayıs 2009'da bittiği, yaklaşık 2 aydır serbest bir oyuncu olduğunu da görebiliyoruz aynı zamanda. Bu sürede kendisine daha üst düzey bir takımın talip olmamasına şaşırdım açıkçası, henüz 22 yaşında olmasına rağmen hatrı sayılır düzeyde bir Bank Asya tecrübesi var ve bir önceki sezon vasatın üstüne çıkan bir performans da göstermişti. 2B'den değil, Bank Asya'dan bir takımla anlaşmasını beklerdim.
Bundan sonra zirve ligin dikkatini çekecek bir çıkış yapabileceğini sanmıyorum ancak Cafercan Aksu her zaman için referans bir oyuncu olacaktır bizler için. Bundan sonraki kariyerinde de başarılar diliyorum kendisine...
Anderlecht 5-0 Sivasspor || Hayrettin, Yapma!
"Hayrettin, yapma!" nidaları yıllar sonra farklı bir şekilde tezahür etti Belçika'da, koridor değil otoban'a çevirdi Anderlecht orayı. Bir olmadı, iki olmadı derken goller başladı, gerisi de çorap söküğü gibi geldi. El oğlu bırakmıyor 1-2 golde, maçın sonuna kadar disiplinden kopmayıp pozisyon kovalamaya devam ettiler. Uzun süredir bir maçı bu kadar sürklase eden bir takım görmemiştim. Bunda Sivasspor'un da payı çok büyük elbette.
Aslında kura çekimi sonrası Sivasspor'un bu maçın sonucuna göre bir şansı olabileceğini düşünüyordum ama sahaya çıkan 11'le Türkiye ikincisi değil on ikincisinin kadrosu olabilecek nitelikteydi. Bütün sistemi üzerine kurduğun Mehmet Yıldız yoktu, orta saha-forvet geçişini yapacak oyuncu olan Sezer Badur yoktu. Hoş, top orta sahaya geçti mi ki forvete geçiş olsun diyebiliriz bu maçta, o derece tek taraflı ve dar bir alanda oynanan bir oyun vardı sahada. Aksiyona giren oyuncu topu kaptırdıktan sonra hiç çaba göstermeden 3-4 saniye içinde topu tekrar alabiliyordu, dönen topların hepsini Anderlechtliler topluyordu. En başta da dediğimiz gibi sol tarafın inanılmaz bir maden olduğunu çok çabuk keşfetmeleri hiç iyi olmadı ki Sivasspor'u bitiren de bu oldu. İlk yarım saatte 3-0 geriye düşerseniz zaten maç diye bir şey kalmaz ortada.
Ömer Üründül bütün suçu tutup Yasin'e yüklediyse de bence takımda elle tutulabilecek birkaç oyuncudan biriydi, Abdurrahman Dereli ile beraber. Abdurrahman'la Hayrettin arasındaki farkı bugün net bir biçimde gördük. Bek oyuncusu olmak için bindirme yapabilmek yeterli bir kriter değildir, defalarca yazıp çizdik burda. Bu kadar pozisyon kaybeden, adam kaçıran, alanını boşaltan oyuncu az gördüm. Kısa süre içinde kart da aldı ki sahada kalması bence mucizeydi, maçın hazırlık maçı tadında olmasına dua etmeli bence. Orta saha rotasyonunun ilk üçüne yazmayacağınız Onur'dan ofansif orta saha olmasını beklemiş Bülent Uygun, öyle olmadı tabii. Sivasspor'un alışkın olduğumuz düzeniyle de oynamış, forveti ikilemek falan hak getire. Böyle olursa da oyun senin sahana yıkılır, net ve sakin oynamaya özen gösteren Anderlecht de maçı alır, götürür. Bülent Uygun kusura bakmasın ama net bir şekilde sınıfta kalmıştır bugün. 3-0 bitmiş devre arasında bile Ersen'i almadan Kamanan'ı sokmadı oyuna, yanlışında ısrar etti yine. 3-1 bile makul bir skor olabilirdi şu maçtan sonra, 5 oldu. 7-8 de olabilirdi oyuna bakarsak. Anderlecht'i çektiği için dua etmeli Sivas bu oyunla.Sivas Avrupa'yı bırakın lige bile hazır değil şu görüntüsünde. Baş altı takımlara bile yazmam şu halini. Burda transfer stratejisine övgüler yağdırdık ama Bülent Uygun'un kendi ağzıyla anlaştıklarını açıkladı hiçbir oyuncu bugün takımda değil. Razak Omotoyossi, Dayro Moreno, Akeem Agbetu vs vs. Sahada bir tek Mbemba vardı. Onu alırken de PSV'den aldık diye yazmışlardı resmi siteye, acaba hakikaten o referansla mı aldılar diye düşünmedim değil. Bülent Uygun'un menejerlik döneminden kalma alışkanlıklar herhalde bunlar.
Anderlecht'e ise söyleyecek fazla bir şey yok, bu kadar net oynayan bir takımın maçı kaybetme şansı yoktu. İstediklerini aldılar, Sivas'a tatile geliyorlar. Tatil için pek doğru bir tercih değil belki ama daha ciddi bir maç için gelmeye tercih edecekleri kesin. Kanatlarındaki iki oyuncu Chatelle ve Boussoufa maçı çözen oyunculardı. Petkoviç'in bireysel olarak dibi bulması fazla çaba sarfetmelerine de gerek bırakmadı aslında.
Sivasspor maçı dışında Sparta Prag-Pana maçı vardı ki esas sürpriz ordan geldi. İlk yarım saatte maçı 2-0'a getirmiş Prag, daha sonra deplasman golünü yeseler de kapanışı yapıp 3-1'le Yunanistan öncesi avantajlı skoru almayı bilmişler. Pana bir sonraki turda seribaşıydı, Prag'ın turu geçmesi Stuttgart'ın işine gelecek. Bir de Bakü-Levski maçı vardı, biraz izledim ama gol sesi çıkmadı ordan. Azerbaycan ekipleri bu sene iyi iş çıkarıyor, Bulgaristan'dan gollü bir beraberlik çıkar mı diye aklımdan geçirmiyor değilim. Bugün bir gol bulabilselerdi daha farklı olacaktı rövanş maçı ama şu turlara kadar gösterdikleri performans bile takdire şayan. Avrupa ligine bir takım sokabilseler keşke, eğlenceli olurdu.
Sivas'tan girip Bakü'den çıktık ama şu maçtan sonra daha fazla bir şey de söylemek yersiz. De Sutter, gol sonrası Bülent Uygun selamıyla daha fazla söze gerek bırakmıyor zaten...
Aslında kura çekimi sonrası Sivasspor'un bu maçın sonucuna göre bir şansı olabileceğini düşünüyordum ama sahaya çıkan 11'le Türkiye ikincisi değil on ikincisinin kadrosu olabilecek nitelikteydi. Bütün sistemi üzerine kurduğun Mehmet Yıldız yoktu, orta saha-forvet geçişini yapacak oyuncu olan Sezer Badur yoktu. Hoş, top orta sahaya geçti mi ki forvete geçiş olsun diyebiliriz bu maçta, o derece tek taraflı ve dar bir alanda oynanan bir oyun vardı sahada. Aksiyona giren oyuncu topu kaptırdıktan sonra hiç çaba göstermeden 3-4 saniye içinde topu tekrar alabiliyordu, dönen topların hepsini Anderlechtliler topluyordu. En başta da dediğimiz gibi sol tarafın inanılmaz bir maden olduğunu çok çabuk keşfetmeleri hiç iyi olmadı ki Sivasspor'u bitiren de bu oldu. İlk yarım saatte 3-0 geriye düşerseniz zaten maç diye bir şey kalmaz ortada.
Ömer Üründül bütün suçu tutup Yasin'e yüklediyse de bence takımda elle tutulabilecek birkaç oyuncudan biriydi, Abdurrahman Dereli ile beraber. Abdurrahman'la Hayrettin arasındaki farkı bugün net bir biçimde gördük. Bek oyuncusu olmak için bindirme yapabilmek yeterli bir kriter değildir, defalarca yazıp çizdik burda. Bu kadar pozisyon kaybeden, adam kaçıran, alanını boşaltan oyuncu az gördüm. Kısa süre içinde kart da aldı ki sahada kalması bence mucizeydi, maçın hazırlık maçı tadında olmasına dua etmeli bence. Orta saha rotasyonunun ilk üçüne yazmayacağınız Onur'dan ofansif orta saha olmasını beklemiş Bülent Uygun, öyle olmadı tabii. Sivasspor'un alışkın olduğumuz düzeniyle de oynamış, forveti ikilemek falan hak getire. Böyle olursa da oyun senin sahana yıkılır, net ve sakin oynamaya özen gösteren Anderlecht de maçı alır, götürür. Bülent Uygun kusura bakmasın ama net bir şekilde sınıfta kalmıştır bugün. 3-0 bitmiş devre arasında bile Ersen'i almadan Kamanan'ı sokmadı oyuna, yanlışında ısrar etti yine. 3-1 bile makul bir skor olabilirdi şu maçtan sonra, 5 oldu. 7-8 de olabilirdi oyuna bakarsak. Anderlecht'i çektiği için dua etmeli Sivas bu oyunla.Sivas Avrupa'yı bırakın lige bile hazır değil şu görüntüsünde. Baş altı takımlara bile yazmam şu halini. Burda transfer stratejisine övgüler yağdırdık ama Bülent Uygun'un kendi ağzıyla anlaştıklarını açıkladı hiçbir oyuncu bugün takımda değil. Razak Omotoyossi, Dayro Moreno, Akeem Agbetu vs vs. Sahada bir tek Mbemba vardı. Onu alırken de PSV'den aldık diye yazmışlardı resmi siteye, acaba hakikaten o referansla mı aldılar diye düşünmedim değil. Bülent Uygun'un menejerlik döneminden kalma alışkanlıklar herhalde bunlar.
Anderlecht'e ise söyleyecek fazla bir şey yok, bu kadar net oynayan bir takımın maçı kaybetme şansı yoktu. İstediklerini aldılar, Sivas'a tatile geliyorlar. Tatil için pek doğru bir tercih değil belki ama daha ciddi bir maç için gelmeye tercih edecekleri kesin. Kanatlarındaki iki oyuncu Chatelle ve Boussoufa maçı çözen oyunculardı. Petkoviç'in bireysel olarak dibi bulması fazla çaba sarfetmelerine de gerek bırakmadı aslında.
Sivasspor maçı dışında Sparta Prag-Pana maçı vardı ki esas sürpriz ordan geldi. İlk yarım saatte maçı 2-0'a getirmiş Prag, daha sonra deplasman golünü yeseler de kapanışı yapıp 3-1'le Yunanistan öncesi avantajlı skoru almayı bilmişler. Pana bir sonraki turda seribaşıydı, Prag'ın turu geçmesi Stuttgart'ın işine gelecek. Bir de Bakü-Levski maçı vardı, biraz izledim ama gol sesi çıkmadı ordan. Azerbaycan ekipleri bu sene iyi iş çıkarıyor, Bulgaristan'dan gollü bir beraberlik çıkar mı diye aklımdan geçirmiyor değilim. Bugün bir gol bulabilselerdi daha farklı olacaktı rövanş maçı ama şu turlara kadar gösterdikleri performans bile takdire şayan. Avrupa ligine bir takım sokabilseler keşke, eğlenceli olurdu.
Sivas'tan girip Bakü'den çıktık ama şu maçtan sonra daha fazla bir şey de söylemek yersiz. De Sutter, gol sonrası Bülent Uygun selamıyla daha fazla söze gerek bırakmıyor zaten...
Genç Takımlar vs. Yaşlı Takımlar
Yıllardır süregelen bir efsanedir fazla genç takımların kaybetmeye mahkum olduğu. Ben hiçbir zaman doğru bir argüman olduğunu düşünmedim bunun, eğer eldeki en iyi oyuncu gençse onun oynaması gerektiğini savunurum. Bence futbolda yaş bir ayrım kriteri olarak ortaya konmamalı, konulacaksa bile kulübün çıkarları doğrultusunda genç oyuncular lehine işletilmelidir. Bugün en büyük bonservis bedelleri 20-25 yaş arası oyunculara ödeniyorsa ve siz de bu sistemde düzenli olarak yer alabilmek istiyorsanız kadronuzda en az 3-4 oyuncu barındırmalısınız bu yaş bareminde.
Bir de bunun aksine kadrosunda daha hazır gördüğü oyuncuları oynatmayı tercih eden, potansiyele değil mevcut form durumuna ve katkıya bakan takımlar var ki ligimiz ağırlıklı olarak bu ekiplerden oluşuyor. Süper ligde isim yapmış bazı oyuncular var ve performanslarından bağımsız olarak her sezon başka bir takımda forma şansı bulmaya devam ediyorlar. Bu döngünün kırılması gerektiğini dile getirince de tecrübe konusu dile getiriliyor genelde. Ben futbolda yaşın bu kadar önemli bir kriter olmadığını, esas kriterin büyük ölçüde kadro kalitesi olduğuna inanıyorum. Aslında bu görüşe en güzel cevabı Bank Asya'dan Süper Lig'e yükseldiği sezon transfer yapmadan aynı ekiple ligde 40 puan toplayarak 'tecrübeli' birçok ekibi geride bırakan Oftaş/Hacettepe vermişti ama bunu veriye de dökmek gerekiyor. IM Scouting, iki ayrı derleme yapmış bu konuyla ilgili. Birisi liglerin en genç kadrolarına sahip takımları, diğeri de en yaşlı kadrolara sahip takımları içeriyor. Bu veriler ışığında geçtiğimiz sezon bu takımların hangi sıralarda yer aldığını, yaşın bu kadar önemli bir faktör olup olmadığına göz atmak istedim.Yukardaki liste liglerinde geçen sezon en yaşlı kadrolara sahip takımlar yer alıyor. Polonya ikinci ligi ekiplerinden GKS Jastrzebie Zdroj 34 yaş ortalamasıyla söze gerek bırakmamış ama bizim esasen bakacağımız ligler Avrupanın zirve ligleri olacak. İki listedeki ekipleri de sıralarsak şu veriler çıkıyor ortaya.
İki listeye de baktığımızda sanıldığı gibi yaşlı takımların genç takımlara karşı daha üstün olduğu yanılgısının doğru olmadığı açıkça görülüyor. 13 Avrupa liginde sezonu ilk 4'te tamamlayan 5 genç takım varken en yaşlı takımlar arasında sadece Marsilya ligini 2. sırada tamamlayabilmiş. Küme düşme rakamlarına baktığımızdaysa arada fazla bir fark yok, en genç takımlardan 4'ü küme düşmüşken yaşlı takımlar arasında bu rakam 5.
İşi ligler ve takımlar bazında incelediğimizdeyse Hollanda ligi hemen dikkat çekiyor. Genç oyuncuların sıçrama yaptığı liglerin başında gösterilen Hollanda'da en genç takım olan AZ Alkmaar'ın şampiyon olması sürpriz olmasa gerek, yaş ortalaması 23,19 olan bir takımla şampiyonluğu kazanmayı başardılar. Bir başka genç şampiyon Barcelona, onlar da 24,93 yaş ortamasıyla La Liga'nın en genç takımıydı geçen sene. Listeye almadığımız Avusturya liginde de Salzburg en genç kadroya sahip olmasına rağmen ipi göğüslemiş. Portekiz ve Türkiye'de en genç ve en yaşlı takımların aynı anda küme düşmüş olması da ilgi çekici.
Peki sizin görüşünüz nedir bu konuda, genç oyuncular birer handikap mıdır, yoksa başarının anahtarı mı? Benim söyleyeceklerim burda bitiyor, sizleri de dinlemek isterim. Yorumlarınızı bekliyorum...
Bir de bunun aksine kadrosunda daha hazır gördüğü oyuncuları oynatmayı tercih eden, potansiyele değil mevcut form durumuna ve katkıya bakan takımlar var ki ligimiz ağırlıklı olarak bu ekiplerden oluşuyor. Süper ligde isim yapmış bazı oyuncular var ve performanslarından bağımsız olarak her sezon başka bir takımda forma şansı bulmaya devam ediyorlar. Bu döngünün kırılması gerektiğini dile getirince de tecrübe konusu dile getiriliyor genelde. Ben futbolda yaşın bu kadar önemli bir kriter olmadığını, esas kriterin büyük ölçüde kadro kalitesi olduğuna inanıyorum. Aslında bu görüşe en güzel cevabı Bank Asya'dan Süper Lig'e yükseldiği sezon transfer yapmadan aynı ekiple ligde 40 puan toplayarak 'tecrübeli' birçok ekibi geride bırakan Oftaş/Hacettepe vermişti ama bunu veriye de dökmek gerekiyor. IM Scouting, iki ayrı derleme yapmış bu konuyla ilgili. Birisi liglerin en genç kadrolarına sahip takımları, diğeri de en yaşlı kadrolara sahip takımları içeriyor. Bu veriler ışığında geçtiğimiz sezon bu takımların hangi sıralarda yer aldığını, yaşın bu kadar önemli bir faktör olup olmadığına göz atmak istedim.Yukardaki liste liglerinde geçen sezon en yaşlı kadrolara sahip takımlar yer alıyor. Polonya ikinci ligi ekiplerinden GKS Jastrzebie Zdroj 34 yaş ortalamasıyla söze gerek bırakmamış ama bizim esasen bakacağımız ligler Avrupanın zirve ligleri olacak. İki listedeki ekipleri de sıralarsak şu veriler çıkıyor ortaya.
Türkiye: Konyaspor, 38 puanla 16.
İngiltere: Stoke City, 45 puanla 12.
İspanya: Numancia, 35 puanla 19.
İtalya: Bologna, 37 puanla 17.
Almanya: Bochum, 32 puanla 14.
Fransa: Marsilya, 77 puanla 2.
Hollanda: NAC Breda, 45 puanla 8.
Portekiz: Trofense, 23 puanla 16.
İskoçya: St. Mirren, 34 puanla 9.
Rusya: Shinnik, 22 puanla 15.
Ukrayna: Tavriya, 37 puanla 8.
Yunanistan: Thrasivoulos, 14 puanla 16.
Belçika: Lokeren, 51 puanla 7.
İngiltere: Stoke City, 45 puanla 12.
İspanya: Numancia, 35 puanla 19.
İtalya: Bologna, 37 puanla 17.
Almanya: Bochum, 32 puanla 14.
Fransa: Marsilya, 77 puanla 2.
Hollanda: NAC Breda, 45 puanla 8.
Portekiz: Trofense, 23 puanla 16.
İskoçya: St. Mirren, 34 puanla 9.
Rusya: Shinnik, 22 puanla 15.
Ukrayna: Tavriya, 37 puanla 8.
Yunanistan: Thrasivoulos, 14 puanla 16.
Belçika: Lokeren, 51 puanla 7.
Türkiye: Hacettepe, 22 puanla 18.
İngiltere: Arsenal, 72 puanla 4.
İspanya: Barcelona, 87 puanla 1.
İtalya: Udinese, 58 puanla 7.
Almanya: Hoffenheim, 55 puanla 7.
Fransa: Le Mans, 40 puanla 16.
Hollanda: AZ Alkmaar, 80 puanla 1.
Portekiz: Belenenses, 24 puanla 15.
İskoçya: Hearts, 55 puanla 3.
Rusya: Dinamo Moskova, 54 puanla 3.
Ukrayna: FC Kharkiv, 15 puanla 16.
Yunanistan: Iraklis, 33 puanla 12.
Belçika: Tubize, 27 puanla 17.
İngiltere: Arsenal, 72 puanla 4.
İspanya: Barcelona, 87 puanla 1.
İtalya: Udinese, 58 puanla 7.
Almanya: Hoffenheim, 55 puanla 7.
Fransa: Le Mans, 40 puanla 16.
Hollanda: AZ Alkmaar, 80 puanla 1.
Portekiz: Belenenses, 24 puanla 15.
İskoçya: Hearts, 55 puanla 3.
Rusya: Dinamo Moskova, 54 puanla 3.
Ukrayna: FC Kharkiv, 15 puanla 16.
Yunanistan: Iraklis, 33 puanla 12.
Belçika: Tubize, 27 puanla 17.
İki listeye de baktığımızda sanıldığı gibi yaşlı takımların genç takımlara karşı daha üstün olduğu yanılgısının doğru olmadığı açıkça görülüyor. 13 Avrupa liginde sezonu ilk 4'te tamamlayan 5 genç takım varken en yaşlı takımlar arasında sadece Marsilya ligini 2. sırada tamamlayabilmiş. Küme düşme rakamlarına baktığımızdaysa arada fazla bir fark yok, en genç takımlardan 4'ü küme düşmüşken yaşlı takımlar arasında bu rakam 5.
İşi ligler ve takımlar bazında incelediğimizdeyse Hollanda ligi hemen dikkat çekiyor. Genç oyuncuların sıçrama yaptığı liglerin başında gösterilen Hollanda'da en genç takım olan AZ Alkmaar'ın şampiyon olması sürpriz olmasa gerek, yaş ortalaması 23,19 olan bir takımla şampiyonluğu kazanmayı başardılar. Bir başka genç şampiyon Barcelona, onlar da 24,93 yaş ortamasıyla La Liga'nın en genç takımıydı geçen sene. Listeye almadığımız Avusturya liginde de Salzburg en genç kadroya sahip olmasına rağmen ipi göğüslemiş. Portekiz ve Türkiye'de en genç ve en yaşlı takımların aynı anda küme düşmüş olması da ilgi çekici.
Peki sizin görüşünüz nedir bu konuda, genç oyuncular birer handikap mıdır, yoksa başarının anahtarı mı? Benim söyleyeceklerim burda bitiyor, sizleri de dinlemek isterim. Yorumlarınızı bekliyorum...
DK 2010'a Doğru: Yeşil Nokta Stadyumu
Yeni sezona başlarken aynı zamanda Dünya Kupası geri sayımına da başlamış olacağız. Grubumuzdaki durum kritik olsa da insanlar Güney Afrika'da olacağımız konusunda hala ümitli. Tarihimizde katıldığımız büyük turnuva sayısı bir elin parmaklarını geçmemesine rağmen katıldığımız zaman turnuvalarda iz bırakan bir takım olduk her zaman ancak bunu istikrara dönüştürmekte sıkıntımız var. Euro 2000 ve DK 2002'ye katılan altın jenerasyonumuz sonrası ilk ikilememizi yapmamız bile büyük aşama kaydetmemiz demek.
Neyse efendim, stadyum diyorduk. Yukarda görmüş olduğunuz stadyum Güney Afrika'nın en güneyindeki iki stadyumdan biri, Green Point yani Yeşil Nokta Stadyumu. Diğer stadyumlar da oldukça şık ve modern ancak Cape Town'daki GP Stadyumu harika manzarasıyla hepsinin bir adım önünde, aşık oldum desem abartmış olur muyum acaba? Cape Town'ın Güney Afrika futbolunda ağırlığı olan şehirlerden biri, şehrin en önemli takımı da Ajax CT. Muhtemelen bu stadyumu da onlar kullanacaklardır tamamlandıktan sonra. Şu güzelim stadyumun, şu güzelim manzaranın vuvuzela seslerine maruz kalacak olması insanı üzmüyor değil hani. Eğer finallere kalmayı başarabilirsek maçlarımızı bu stadyumda oynamayı isterdim.
Stadın büyük bir bölümü tamamlanmış gözüküyor ama stadyumun Dünya Kupasına yetiştmeme ihtimali belirmişti. Geçtiğimz aylarda Aslantepe'de gördüğümüz krizlerin bir benzeri de Dünya Kupası stadyumlarının yapımında çalışan işçilerle yaşandı. Temmuz başında başlayan grev yaklaşık bir hafta sürdü ancak sonunda %12'lik zamda anlaşma sağlanmış. Az buz da değil hani, 70 bin işçi çalışıyormuş bu inşaatlarda. Bir haftalık iş kaybını siz hesap edin böyle önemli bir organizasyonda. Anlaşmanın sağlanmasında göz önünde olmanın payı muhakkak büyük. Kupanın Güney Afrika'daki geleceğini etkileyebileceği konuşuluyordu zaten, mesele çözülmüş neyse ki. Şu güzel stadyumun yarım kalmasını istemezdim şahsen...
Neyse efendim, stadyum diyorduk. Yukarda görmüş olduğunuz stadyum Güney Afrika'nın en güneyindeki iki stadyumdan biri, Green Point yani Yeşil Nokta Stadyumu. Diğer stadyumlar da oldukça şık ve modern ancak Cape Town'daki GP Stadyumu harika manzarasıyla hepsinin bir adım önünde, aşık oldum desem abartmış olur muyum acaba? Cape Town'ın Güney Afrika futbolunda ağırlığı olan şehirlerden biri, şehrin en önemli takımı da Ajax CT. Muhtemelen bu stadyumu da onlar kullanacaklardır tamamlandıktan sonra. Şu güzelim stadyumun, şu güzelim manzaranın vuvuzela seslerine maruz kalacak olması insanı üzmüyor değil hani. Eğer finallere kalmayı başarabilirsek maçlarımızı bu stadyumda oynamayı isterdim.
Stadın büyük bir bölümü tamamlanmış gözüküyor ama stadyumun Dünya Kupasına yetiştmeme ihtimali belirmişti. Geçtiğimz aylarda Aslantepe'de gördüğümüz krizlerin bir benzeri de Dünya Kupası stadyumlarının yapımında çalışan işçilerle yaşandı. Temmuz başında başlayan grev yaklaşık bir hafta sürdü ancak sonunda %12'lik zamda anlaşma sağlanmış. Az buz da değil hani, 70 bin işçi çalışıyormuş bu inşaatlarda. Bir haftalık iş kaybını siz hesap edin böyle önemli bir organizasyonda. Anlaşmanın sağlanmasında göz önünde olmanın payı muhakkak büyük. Kupanın Güney Afrika'daki geleceğini etkileyebileceği konuşuluyordu zaten, mesele çözülmüş neyse ki. Şu güzel stadyumun yarım kalmasını istemezdim şahsen...
Yeni Formalar: Parçalı, Beyaz & Mor
Parçalı, beyaz ve mor. Uzun süredir biliyorduk üç formanın bu şekilde olacağını ama başta mor olmak üzere diğer formaların detaylarını bekliyorduk, formalar bu akşam görücüye çıkmış oldu. Görünürde herhangi bir sürpriz yok. Font beklendiği ve eski formaların üzerinde kullanıldığı Türk Telekom fontu. Bence seçim yanlış ama üzerine fazla söylenecek bir şey yok. Avea-Aria ikilisini senelerce çekmiş biri olarak Türk Telekom yazısının daha kötü olduğunu söyleyemeyeceğim. Gördüğüm kadarıyla logolar yine formaya dikilme değil yapıştırılma olacak, ayrıca yine yakalı forma yok. Fenerbahçe'nin de formalarını adidas yapıyor ama bu tip detaylarda Fenerbahçe hep bir adım önde gidiyor bizden. Bunda Adidas'ın mı, Fenerbahçe'nin mi tavrı etkin, bilemiyorum ama beni ilgilendirmiyor bu kısmı, beni ilgilendiren Galatasaray formasına gerekilen özenin gösterilmemesi.
Seri olarak bakarsak geçtiğimiz sezonun çok gerisinde kalıyor elbette ama iki sene önceki felaketi unutmadığımdan beklentilerimi düşük tutmuştum, iyi ki de öyle yapmışım. Bana göre şu üçlüden sınıfı geçen forma yok. Parçalının zirvesi geçen seneki formaydı, onun kadar iyisini, daha doğrusu aynısını yapmayacaklarını biliyorduk ama bu sefer de kalkıp 2005 parçalısına çok yakın bir dizyn tercih edilmiş. Benim sevdiğim parçalılardandır 2005 model parçalı ama Galatasaray parçalısı dendiği zaman akla bu parçalı gelmemeli, bir modelde ısrar edilecekse de bu klasik parçalı olmalı. İki sene üst üste doğru yapamayacağız anlaşılan, bir yerlerden taviz vermeye devam edeceğiz. Fazlaca Fenerbahçe geçiyor yazıda ama bu işi iyi kotarıyorlar, çubukluda son yıllarda oynama yapmıyorlar pek. Bu iradeyi Galatasaray yönetimi de göstermek zorunda, yoksa her sene yeni bir parçalı görürüz, sonra size garip anlamsız çizgiler barındıran bir formayı önünüze koyarlar parçalı diye.
Beyaz forma ise en çok merak ettiğim formaydı. Mor formanın düz olacağını bildiğimden beyazın biraz farklı bir dizayn olabileceğini düşünmüştüm, 2005 serisinden parçalı yerine beyazın dizaynını kullansalar çok da şık olabilirdi. Şu forma da bence vasatın üstünde değil. Özellikle her tarafı beyaz olan formanın kollarındaki renk yoğunluğu fazla dikkat çekici, özellikle kırmızı. İki renkten biri tercih edilse, kırmızı çizgili beyaz bir forma Avrupa kupası maçları için de şık bir alternatif olabilirdi. Yine geçen seneki modelin üzerine çıkamamış bir forma.
Mor forma günün konusu. Herkes bunu konuşuyor desek yalan olmaz. Benim fikrim belli mor forma konusunda, uzun uzun yazmıştık zamanında. Fiyasko bir tercih, özellikle turuncu forma hem imaj olarak, hem de taraftar ilgisi olarak bu kadar iyi oturmuşken kalkıp yepyeni garip bir renge gitmek büyük bir hatadır. İlk denemedeki eksikleri giderilmiş bir turuncu forma bu senenin en iyi forması olabilirdi, yeni bir macera aranmış belli ki. Ancak her zaman papaz pilav yemiyor, Galatasaray taraftarı da bu mor formayı yemeyecek gibi bir his var içimde. Franchi'ye selamımızı iletelim yine yeri gelmişken.
Bir de işin düz mizah yönü var ki insanın canını sıkan bir diğer konu o. Biz ülkece düşkünüzdür bu işlere, adamların ismi Türkçede müstehcen kelimeleri andırıyor diye adam yemişliğimiz vardır. Mor ve çağrışımlarını düşününce insan irkilmiyor değil, şimdiden gereksiz espriler başlamış bile. Herhangi bir mağlubiyette ne olacağını da az çok biliyoruz. Bize bunu reva görenlere, mor formayı düz kırmızı formaya tercih edenlere selam olsun. Şurdaki tasarımların iki tanesinden esinlenselerdi eminim herkes fazlasıyla mutlu olurdu. Yeri gelmişken Uğur Karaoğlu abimizi ve tasarımlarını analım. (Her paragrafı da birine ithaf ettik yahu) Umut verici ufak bir not, 4. taraftar forması olarak çıkabilirmiş düz kırmızı forma. Duyum sevgili Emre Atasoy aka ich'ten. Beklemeye değer bir forma gibi duruyor. Düz kırmızı ve düz sarı. Şu formaları ne zaman gönül rahatlığıyla giyebileceğiz acaba?
Çok çok kötü değil ama iyi hiç değil diyerek bağlayalım konuyu. Outlet'e doğru yollanmanın zamanı geldi bizler için...
Seri olarak bakarsak geçtiğimiz sezonun çok gerisinde kalıyor elbette ama iki sene önceki felaketi unutmadığımdan beklentilerimi düşük tutmuştum, iyi ki de öyle yapmışım. Bana göre şu üçlüden sınıfı geçen forma yok. Parçalının zirvesi geçen seneki formaydı, onun kadar iyisini, daha doğrusu aynısını yapmayacaklarını biliyorduk ama bu sefer de kalkıp 2005 parçalısına çok yakın bir dizyn tercih edilmiş. Benim sevdiğim parçalılardandır 2005 model parçalı ama Galatasaray parçalısı dendiği zaman akla bu parçalı gelmemeli, bir modelde ısrar edilecekse de bu klasik parçalı olmalı. İki sene üst üste doğru yapamayacağız anlaşılan, bir yerlerden taviz vermeye devam edeceğiz. Fazlaca Fenerbahçe geçiyor yazıda ama bu işi iyi kotarıyorlar, çubukluda son yıllarda oynama yapmıyorlar pek. Bu iradeyi Galatasaray yönetimi de göstermek zorunda, yoksa her sene yeni bir parçalı görürüz, sonra size garip anlamsız çizgiler barındıran bir formayı önünüze koyarlar parçalı diye.
Beyaz forma ise en çok merak ettiğim formaydı. Mor formanın düz olacağını bildiğimden beyazın biraz farklı bir dizayn olabileceğini düşünmüştüm, 2005 serisinden parçalı yerine beyazın dizaynını kullansalar çok da şık olabilirdi. Şu forma da bence vasatın üstünde değil. Özellikle her tarafı beyaz olan formanın kollarındaki renk yoğunluğu fazla dikkat çekici, özellikle kırmızı. İki renkten biri tercih edilse, kırmızı çizgili beyaz bir forma Avrupa kupası maçları için de şık bir alternatif olabilirdi. Yine geçen seneki modelin üzerine çıkamamış bir forma.
Mor forma günün konusu. Herkes bunu konuşuyor desek yalan olmaz. Benim fikrim belli mor forma konusunda, uzun uzun yazmıştık zamanında. Fiyasko bir tercih, özellikle turuncu forma hem imaj olarak, hem de taraftar ilgisi olarak bu kadar iyi oturmuşken kalkıp yepyeni garip bir renge gitmek büyük bir hatadır. İlk denemedeki eksikleri giderilmiş bir turuncu forma bu senenin en iyi forması olabilirdi, yeni bir macera aranmış belli ki. Ancak her zaman papaz pilav yemiyor, Galatasaray taraftarı da bu mor formayı yemeyecek gibi bir his var içimde. Franchi'ye selamımızı iletelim yine yeri gelmişken.
Bir de işin düz mizah yönü var ki insanın canını sıkan bir diğer konu o. Biz ülkece düşkünüzdür bu işlere, adamların ismi Türkçede müstehcen kelimeleri andırıyor diye adam yemişliğimiz vardır. Mor ve çağrışımlarını düşününce insan irkilmiyor değil, şimdiden gereksiz espriler başlamış bile. Herhangi bir mağlubiyette ne olacağını da az çok biliyoruz. Bize bunu reva görenlere, mor formayı düz kırmızı formaya tercih edenlere selam olsun. Şurdaki tasarımların iki tanesinden esinlenselerdi eminim herkes fazlasıyla mutlu olurdu. Yeri gelmişken Uğur Karaoğlu abimizi ve tasarımlarını analım. (Her paragrafı da birine ithaf ettik yahu) Umut verici ufak bir not, 4. taraftar forması olarak çıkabilirmiş düz kırmızı forma. Duyum sevgili Emre Atasoy aka ich'ten. Beklemeye değer bir forma gibi duruyor. Düz kırmızı ve düz sarı. Şu formaları ne zaman gönül rahatlığıyla giyebileceğiz acaba?
Çok çok kötü değil ama iyi hiç değil diyerek bağlayalım konuyu. Outlet'e doğru yollanmanın zamanı geldi bizler için...
Keirrison Galatasaray'a Neden Gel(e)mez?
Biliyorsunuz, Frank Rijkaard'ın 5 sezonluk Barcelona kariyeri ilk geldiği andan beri Galatasaray'a transfer referansı olarak dönecek beklentisi var herkeste. Brezilya'nın piyasaya servis ettiği yeni süperstar adaylarından Keirrison'un bonservisinin 14 milyon euro karşılığında Barcelona'ya geçmesi ve Barcelona'nın Keirrison'u ilk sezonunda kiralamak istediğini açıklaması bu beklentiyle paralel bir ortam oluşturdu. Galatasaray Keirrison'u kiralar mı? Bunun mümkün olmadığını düşünenlerdenim ben. Niye diye sorgularsak ülkedeki futbol mantalitesini ve ortamını biraz eşelememiz gerekecek.
Keirrison'un Türkiye'ye gelmesini Barcelona istemez ilk önce çünkü Türkiye genç bir forvetin yetişmesi için tercih edilecek en son ülkelerden biri. Gittikçe fiziğe dayalı bir futbol oynanıyor ligde ve gol bakımından oldukça kısır bir lig. Hakemlerin de fiziksel sertliğe müsade edip itiraz, kart isteme, hakemi aldatmaya yönelik hareket gibi kriterlere yoğunlaştığı için oyun oynamaya çalışanın dayak yediği bir ligdir Türkiye ligi. Zago, Lugano, Song gibi ülkeye kart kralı olarak gelip bu rakamları serbest düşüşe geçen oyunculara sahiptir. Bu ülkede İsmail Güldüren gibi oyuncular makbuldür kısacası. Sizi kündeye getirirler, bir de üstüne hakemi aldatmaya yönelikten yersiniz kartı. Hele bir de "Bu latin futbolcular kendini çok pis atıyor hojam!" nidaları başladı mı yandın sen Keirrison!
Keirrison Galatasaray'a geldi diyelim, hiçbir zaman rahat bırakılmaz, her fırsatta geçirilir. İyi oynadı ve gol atmaya başladı diyelim. İlk gündeme gelecek konu sezon sonunda Barcelona'ya dönecek olması olacak. Her hafta dillendirilecek bu konu, Galatasaray'ın bonservisi alamayacağından, boşu boşuna bir oyuncuya yatırım yapılmış olmasından söz edilecek. Olur da gol atamazsa bu sefer de dünya futbolundan bi haber medya tarafından Galatasaray'ın transfer fiyaskoları arasında manşetleri atılacak, adı Carrusca'nın, Barusso'nun (ki bence doğru bir transferdi, yönetilemese de) yanına yazılacak Keirrison'un. Aslında bunlara bile gerek yok. Keirrison bir mucize oldu da Florya'ya gelsin, üç gün sonra bilir kişi havalarında söylenecekler belli çünkü biz bu filmi defalarca gördük. Galatasaray'ın kimseye oyuncu yetiştirme misyonu olmaması gerektiğinden başlayan, Galatasaray'ın büyüklüğünü anlatan bitmek bilmeyen bir nutuk dinleriz ekran başında. Rijkaard'a da "Galatasaray'ın büyüklüğünü öğrenememiş!" denir, olay kapanır.
Tüm bunları bir varsayım üstünden söylüyoruz elbette, Keirrison'u isteyen, 'kendi büyüklüğünden haberi olmayan' birçok kalburüstü Avrupa kulübü var ve bu kulüplerin ve oynadıkları liglerin sağladığı bir güven var. Hiçbir kulüp Ajax, Porto, Benfica, Monaco dururken oyuncusunu kiralamak için Galatasaray'ı seçmez, ben de seçmem. Frank Rijkaard önemli bir isim ama transfer söz konusu olunca bu tip ikili ilişkiler ön planda olmaz. Yoksa Real Madrid'in yarısı Galatasaray'a gelirdi Mijatovic döneminde...
Keirrison'un Türkiye'ye gelmesini Barcelona istemez ilk önce çünkü Türkiye genç bir forvetin yetişmesi için tercih edilecek en son ülkelerden biri. Gittikçe fiziğe dayalı bir futbol oynanıyor ligde ve gol bakımından oldukça kısır bir lig. Hakemlerin de fiziksel sertliğe müsade edip itiraz, kart isteme, hakemi aldatmaya yönelik hareket gibi kriterlere yoğunlaştığı için oyun oynamaya çalışanın dayak yediği bir ligdir Türkiye ligi. Zago, Lugano, Song gibi ülkeye kart kralı olarak gelip bu rakamları serbest düşüşe geçen oyunculara sahiptir. Bu ülkede İsmail Güldüren gibi oyuncular makbuldür kısacası. Sizi kündeye getirirler, bir de üstüne hakemi aldatmaya yönelikten yersiniz kartı. Hele bir de "Bu latin futbolcular kendini çok pis atıyor hojam!" nidaları başladı mı yandın sen Keirrison!
Keirrison Galatasaray'a geldi diyelim, hiçbir zaman rahat bırakılmaz, her fırsatta geçirilir. İyi oynadı ve gol atmaya başladı diyelim. İlk gündeme gelecek konu sezon sonunda Barcelona'ya dönecek olması olacak. Her hafta dillendirilecek bu konu, Galatasaray'ın bonservisi alamayacağından, boşu boşuna bir oyuncuya yatırım yapılmış olmasından söz edilecek. Olur da gol atamazsa bu sefer de dünya futbolundan bi haber medya tarafından Galatasaray'ın transfer fiyaskoları arasında manşetleri atılacak, adı Carrusca'nın, Barusso'nun (ki bence doğru bir transferdi, yönetilemese de) yanına yazılacak Keirrison'un. Aslında bunlara bile gerek yok. Keirrison bir mucize oldu da Florya'ya gelsin, üç gün sonra bilir kişi havalarında söylenecekler belli çünkü biz bu filmi defalarca gördük. Galatasaray'ın kimseye oyuncu yetiştirme misyonu olmaması gerektiğinden başlayan, Galatasaray'ın büyüklüğünü anlatan bitmek bilmeyen bir nutuk dinleriz ekran başında. Rijkaard'a da "Galatasaray'ın büyüklüğünü öğrenememiş!" denir, olay kapanır.
Tüm bunları bir varsayım üstünden söylüyoruz elbette, Keirrison'u isteyen, 'kendi büyüklüğünden haberi olmayan' birçok kalburüstü Avrupa kulübü var ve bu kulüplerin ve oynadıkları liglerin sağladığı bir güven var. Hiçbir kulüp Ajax, Porto, Benfica, Monaco dururken oyuncusunu kiralamak için Galatasaray'ı seçmez, ben de seçmem. Frank Rijkaard önemli bir isim ama transfer söz konusu olunca bu tip ikili ilişkiler ön planda olmaz. Yoksa Real Madrid'in yarısı Galatasaray'a gelirdi Mijatovic döneminde...
Şampiyonlar Liginde Türkiye
Yabancı forumları dolaşırken çok güzel bir video derlemesine rastladım. Portekizli bir arkadaş Şampiyonlar Ligine katılmış bütün takımların verilerini derleyip video haline getirmiş, bunların arasında bizim takımlarımız da var elbette. Başlıklar falan Portekizce ama futbolun dili bir sonuçta, neyin ne olduğunu rahatlıkla anlıyorsunuz. İzlemek isteyenler için, sırasıyla Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş videoları aşağıda...
Gintaras Stauce
Galatasaray formasını sadece bir sezon giymiş olmasına rağmen ismini akıllara kazımış oyunculardan biridir Gintaras Stauce. Galatasaray'ın altın çağının başladığı 1996'dan hemen önce ayrılmış olması onun için büyük talihsizlikti. Eğer o sezon takımda kalsaydı belki de Avrupa yolculuğumuzda kaleyi koruyan isim olacaktı ve belki de Henry'nin kafa vuruşunu çıkaramayacak ve Türk futbol tarihinin kaderi değişmeyecekti. Böyle şeyleri düşünürüm hep durduk yere, etrafımdakilere söylesem deli sanırlar. Biz de kalkıp bloga yazıyoruz işte.
Stauce'yi akıllara kazıyan adamsa Ercan Taner'dir. Tam da onun ağzına oturan, yaya yaya uzatabileceği bir isimdi, o da usta bir spiker olarak o dönem bunu çok iyi kullanmıştır. Her derbi öncesi eski maçların tekrarları sırayla verilir, orda bir şekilde duyarsınız bunu. Benim Stauce'nin ismini ilk duymamsa Galatasaray-Spartak Moskova maçı öncesine dayanıyor. Yok artık, kaç yaşındaydın o zaman diyenleriniz olabilir, haklısınız. Zaten maç da aklımda kalmamış pek, skoru hariç. Hatırladığım bizim gazetelerin birinde Galatasaraylı oyuncuların aslan, Spartak Moskovalı oyuncuların ayı şeklinde verilmesiydi. Bütün bir gün açıp açıp ona bakmıştım o zaman. Ertesi gün de "Bir aslan bir ayıya nasıl yenilir?" diye üzülmüştüm. Stauce ismine aşinalığım biraz da o günlerdendir aslında.
İşte o günlerde Spartak Moskova kalesini 6 yıl aralıksız koruyan Gintaras Stauce yaklaşık iki senedir Spartak Moskova'da kaleci antrenörlüğü yapmaktaymış, ilgimi çeken detay bu oldu. Bizde de vardır eski oyunculara kulüp bünyesinde görev verme geleneği ama bizimkileri teknik direktörlükten aşağısı kesmiyor pek, en kötü ihtimalle yardımcı antrenörlük. Şu işe mutfağında başlayan kaç kişi sayabiliyoruz? Neyse, işi yine Galatasaray'a getirdik bir şekilde, burda konumuz Stauce. Litvanyalı eski kalecimize yeni kariyerinde başarılar diliyorum. Belki yolu bir gün buralara da düşer...
Stauce'yi akıllara kazıyan adamsa Ercan Taner'dir. Tam da onun ağzına oturan, yaya yaya uzatabileceği bir isimdi, o da usta bir spiker olarak o dönem bunu çok iyi kullanmıştır. Her derbi öncesi eski maçların tekrarları sırayla verilir, orda bir şekilde duyarsınız bunu. Benim Stauce'nin ismini ilk duymamsa Galatasaray-Spartak Moskova maçı öncesine dayanıyor. Yok artık, kaç yaşındaydın o zaman diyenleriniz olabilir, haklısınız. Zaten maç da aklımda kalmamış pek, skoru hariç. Hatırladığım bizim gazetelerin birinde Galatasaraylı oyuncuların aslan, Spartak Moskovalı oyuncuların ayı şeklinde verilmesiydi. Bütün bir gün açıp açıp ona bakmıştım o zaman. Ertesi gün de "Bir aslan bir ayıya nasıl yenilir?" diye üzülmüştüm. Stauce ismine aşinalığım biraz da o günlerdendir aslında.
İşte o günlerde Spartak Moskova kalesini 6 yıl aralıksız koruyan Gintaras Stauce yaklaşık iki senedir Spartak Moskova'da kaleci antrenörlüğü yapmaktaymış, ilgimi çeken detay bu oldu. Bizde de vardır eski oyunculara kulüp bünyesinde görev verme geleneği ama bizimkileri teknik direktörlükten aşağısı kesmiyor pek, en kötü ihtimalle yardımcı antrenörlük. Şu işe mutfağında başlayan kaç kişi sayabiliyoruz? Neyse, işi yine Galatasaray'a getirdik bir şekilde, burda konumuz Stauce. Litvanyalı eski kalecimize yeni kariyerinde başarılar diliyorum. Belki yolu bir gün buralara da düşer...
Ankaragücü'nün Vassell Macerası
Darius Vassell'in Ankaragücü'ne geleceği söylentisi çıktığından beri takipteydik ama Davids-Kocaelispor gibi örnekleri göz önünde bulundurarak fazlaca değinmemiştik blogda. Resmi imzalar atıldığına göre Süper Lig kulüplerinin transfer politikalarına takmış birisi olarak iki kelam edelim biz de.
Öncelikle şunu söyleyelim, Vassell öyle ya da böyle son sezonuna kadar Premier Lig'de düzenli şans bulan, İngiltere milli takım havuzunda yer alan, kariyerli bir forvet. Böyle bir oyuncunun transferi takdir ve tebrik edilmeli. Vassell'i getirmek önemli iş ama bu kariyerde bir oyuncuyu getiriyorsanız arkasını doldurmanız daha da önemli, yoksa bu transferin size iki-üç gün spor gündeminde kalmaktan başka getirisi olmaz.
Ankaragücü bu ligin en köklü ekiplerinden biri ve sanırım üç büyüklerden sonra en fazla zirve ligde tutunmuş takımlar. Hatrı sayılır bir taraftar kitleleri var ancak kendimi bildim bileli en kötü yönetilen kulüplerden biridir aynı zamanda. Her sene nereden bulduklarını anlamadığım bir ton yabancı getirilir Ankaragücü'ne, yanına ligin gözden düşmüş, kaşar futbolcularını ekleyip amaçsızca ligde mücadele ederler ligde. Özellikle son senelerde düşme hattının hemen üstünde dolanan bir takım hüvviyetindeler ve kadro istikrarı sıfır. Darius Vassell böyle bir yapıya transfer olmuş durumda.
Darius Vassell demişken bir konuya da açıklık getirmek gerek. Darius Vassell hiçbir zaman her iki maçta bir gol atan, sezonda 15-20 lig golü atan bir forvet oyuncusu olmadı, buna İngiltere milli takımına düzenli olarak seçildiği dönem de dahil. Gol performansı bakımından en başarılı sezonu Aston Villa formasıyla attığı 12 gol attığı 2001/02 sezonu. Bunun dışında 10 gol barajını geçtiği bir sezon yok. Klasik Türk yönetici mantığıyla "Parasını verdik, oynasın, her maç hattrick yapsın." denilecekse şimdiden geçmiş olsun, 6 ay sonra mahkemelik olarak ayrılır yollar Vassell'le.
Vassell'i almadan önce eli ayağı düzgün bir iskelet yaratılmalıydı, daha doğrusu senelerdir işin kolayına kaçıp devamlılığı olmayan kadrolarla çalıştıktan sonra pat diye kulübün transfer bütçesinin tamamını yine günlük bir popülizm uğruna bir oyuncuya yatırmamak. Madem bu kadar iyi bütçeniz var, her geçen sene daha iyiye gidecek, üstüne koyacak bir takım oluşturmalısınız öncelikle. Öyle çok uzaklara da gitmeye yok bir transfer politikası oluşturmak için, daha 6 ay önce karşılığını fazlasıyla aldığınız, örnek bir transfer var önünüzde, Gökhan Emreciksin.
Gökhan'ı Boluspor'da parlamışken 200 milyar gibi çok cüzi bir bedelle transfer edip bir sezon oynattıktan sonra 1.5 milyon euro gibi bir bedele satmışsınız, oynadığı süre içinde de takımın en verimli oyuncusu olmuş. Siz bu paranın yarısına Gökhan kalitesinde üç oyuncu kazandırabilirsiniz takıma, doğru düzgün bir araştırmayla. Kadronuzun da bir devamlılığı olur, 35 yaşın üstündeki NBA oyuncuları mantığıyla o kulüpten o kulübe atlayan, aşina olduğumuz isimleri dışında futbolla alakaları kalmayan oyunculara mahkum olmazsınız. Darius Vassell'i transfer ettiğinizde de onunla beraber yükselecek adamlarınız olur. Bugünkü Ankaragücü yapısında ise böyle bir oyuncu yok. Şu takımın en iyi yerli oyuncuları Semavi Özgür ve Cihan Haspolatlı, Vassell'in yanına gönül rahatlığıyla yazabileceğiniz, performansından emin olduğunuz bir yabancı oyuncunuz bile yok. Hal böyleyken bence bu projenin başarılı olma şansı da yok. Yöneticilerin "Parasını bastırdık, 100.yılda oyuncu getirdik." diyebilmek için yaptıkları bir transferden fazlası olmalıydı bu, ne yazık ki pek öyle durmuyor. Yanılan biz oluruz inşallah...
Öncelikle şunu söyleyelim, Vassell öyle ya da böyle son sezonuna kadar Premier Lig'de düzenli şans bulan, İngiltere milli takım havuzunda yer alan, kariyerli bir forvet. Böyle bir oyuncunun transferi takdir ve tebrik edilmeli. Vassell'i getirmek önemli iş ama bu kariyerde bir oyuncuyu getiriyorsanız arkasını doldurmanız daha da önemli, yoksa bu transferin size iki-üç gün spor gündeminde kalmaktan başka getirisi olmaz.
Ankaragücü bu ligin en köklü ekiplerinden biri ve sanırım üç büyüklerden sonra en fazla zirve ligde tutunmuş takımlar. Hatrı sayılır bir taraftar kitleleri var ancak kendimi bildim bileli en kötü yönetilen kulüplerden biridir aynı zamanda. Her sene nereden bulduklarını anlamadığım bir ton yabancı getirilir Ankaragücü'ne, yanına ligin gözden düşmüş, kaşar futbolcularını ekleyip amaçsızca ligde mücadele ederler ligde. Özellikle son senelerde düşme hattının hemen üstünde dolanan bir takım hüvviyetindeler ve kadro istikrarı sıfır. Darius Vassell böyle bir yapıya transfer olmuş durumda.
Darius Vassell demişken bir konuya da açıklık getirmek gerek. Darius Vassell hiçbir zaman her iki maçta bir gol atan, sezonda 15-20 lig golü atan bir forvet oyuncusu olmadı, buna İngiltere milli takımına düzenli olarak seçildiği dönem de dahil. Gol performansı bakımından en başarılı sezonu Aston Villa formasıyla attığı 12 gol attığı 2001/02 sezonu. Bunun dışında 10 gol barajını geçtiği bir sezon yok. Klasik Türk yönetici mantığıyla "Parasını verdik, oynasın, her maç hattrick yapsın." denilecekse şimdiden geçmiş olsun, 6 ay sonra mahkemelik olarak ayrılır yollar Vassell'le.
Vassell'i almadan önce eli ayağı düzgün bir iskelet yaratılmalıydı, daha doğrusu senelerdir işin kolayına kaçıp devamlılığı olmayan kadrolarla çalıştıktan sonra pat diye kulübün transfer bütçesinin tamamını yine günlük bir popülizm uğruna bir oyuncuya yatırmamak. Madem bu kadar iyi bütçeniz var, her geçen sene daha iyiye gidecek, üstüne koyacak bir takım oluşturmalısınız öncelikle. Öyle çok uzaklara da gitmeye yok bir transfer politikası oluşturmak için, daha 6 ay önce karşılığını fazlasıyla aldığınız, örnek bir transfer var önünüzde, Gökhan Emreciksin.
Gökhan'ı Boluspor'da parlamışken 200 milyar gibi çok cüzi bir bedelle transfer edip bir sezon oynattıktan sonra 1.5 milyon euro gibi bir bedele satmışsınız, oynadığı süre içinde de takımın en verimli oyuncusu olmuş. Siz bu paranın yarısına Gökhan kalitesinde üç oyuncu kazandırabilirsiniz takıma, doğru düzgün bir araştırmayla. Kadronuzun da bir devamlılığı olur, 35 yaşın üstündeki NBA oyuncuları mantığıyla o kulüpten o kulübe atlayan, aşina olduğumuz isimleri dışında futbolla alakaları kalmayan oyunculara mahkum olmazsınız. Darius Vassell'i transfer ettiğinizde de onunla beraber yükselecek adamlarınız olur. Bugünkü Ankaragücü yapısında ise böyle bir oyuncu yok. Şu takımın en iyi yerli oyuncuları Semavi Özgür ve Cihan Haspolatlı, Vassell'in yanına gönül rahatlığıyla yazabileceğiniz, performansından emin olduğunuz bir yabancı oyuncunuz bile yok. Hal böyleyken bence bu projenin başarılı olma şansı da yok. Yöneticilerin "Parasını bastırdık, 100.yılda oyuncu getirdik." diyebilmek için yaptıkları bir transferden fazlası olmalıydı bu, ne yazık ki pek öyle durmuyor. Yanılan biz oluruz inşallah...
Karabağ - Slavija - Petrovac - Reykjavik
Dün gece Galatasaray'la beraber birçok tanınır Avrupa ekibi eleme maçlarında yer aldı, futbolun olduğu her yerde de sürpriz var elbette. Gecenin en ilgi çekici sürprizi de fazla uzaklardan değil, komşumuz Azerbaycan'dan geldi. Avrupa'da bilenen ismiyle Qarabagh, yani Karabağ özellikle 90'lı yıllarda Şampiyonlar Liginin gediklisi olan, her daim Avrupada yer almış, köklü bir ekip olan Rosenborg'u kendi sahasında attığı tek golle elemeyi başardı. Azerbaycan üst düzey bir lige sahip değil bildiğiniz gibi, üstelik Karabağ da zirveye oynayan takımlardan biri değil. Bu da başarıyı bir kat daha anlamlı kılıyor. Zaten Karabağ'ın Avrupa Kupalarındaki ikinci galibiyetiymiş bu, diğerini tam 10 sene önce almışlar. Geceye damgalarını vurmayı başardılar aldıkları galibiyetle.
Kuzey takımları adına felaket bir geceydi dün. Rosenborg dışında geçtiğmiz sezonun en flaş ekiplerinden Aalborg elendi, Helsinborg ise direkten döndü. Rosenborg'un elenmesi kadar büyük bir sürprizdir Aalborg'un Bosna Hersek ekibi Slavija'ya elenişi. Geçtiğimiz sene Şampiyonlar Ligi gruplarına kalmış larve topladığı puanlarla Celtic'i Avrupa Kupaları dışına itip Şubat ayına kalmayı başarmışlardı. Bu rüya yolculuğu onlara ligde pahalıya patlamıştı ki şu yazıda dile getirmiştik bunu. Avrupa Kupalarına katılamayacak gibi gözüküyorlardı, ligi de 7. bitirmişler ama işlerini kupa üzerinden görüp UEFA Ligi elemelerine katılmışlar, hatta katılmakla kalmayıp elenmişler bile. Flying Dutchman geçenlerde 'tek şarkılık şarkıcılar' yazısı yazmıştı, Aalborg da onlardan biri olduğunu bizlere gösterdi. Aalborg kadar gösterişli olmasa da geçen sene Glasgow Rangers'ı daha ilk elemelerde Avrupa dışına iten ve İskoçya'nın ülke sıralamasında ciddi bir darbe almasını sağlayan Kaunas da Sırp ekibi Sovojno'ya elenmiş kendi sahasında. Geçen sezonun sürpriz ekipleri kendi silahlarıyla vuruluyor bu sene anlayacağınız.
Geçtiğimiz sezonun sürpriz ekipleri dedik, en dikkat çekici olanı Aalborg'sa onun hemen arkasından geleni de Anorthosis'ti. Hatta belki de daha büyük sükse yapmışlardı ki Inter'in son iki haftada Şampiyonlar Ligini boşlaması sebebiyle aldıkları 6 puana rağmen elenmişlerdi. Son haftaya kadar gruptan çıkma iddialarını sürdürmüşler, Olympiakos'un Şampiyonlar Ligine giremediği sezonda Yunanistan ve Rum medyasının ilgi odağı olmuşlardı. Sezon başında da Anorthosis'in hocası Ketsbaia, Olympiakos'a geçti zaten. Hoca değişikliği onlara büyük darbe vurmuş olacak ki Avrupa'nın yeni ülkelerinden Karadağ'ın Petrovac takımına uzatamalar sonucunda 3-1 yenilip elenmişler. Kıbrıs Rum Kesimi'ni puan olarak çok iyi yerlere taşımıştı Anorthosis, bu sezon onların yokluğu ülke puanları için pek iyi olmayacak.
Tüm bu kuzey başarısızlığının arasında parlayan bir ekip vardı ki o da aslında diğer saydığımız takımların yanında oldukça mütevazi kalan İzlanda'lı KR Reykjavik'ti. Ezelden beri severim ben İzlanda'yı ve takımlarını, bu yaptıkları sürpriz de nedensizce mutlu etti beni. Yunanistan'ın son yılllarda çıkış yapan ve Avrupa Kupalarında düzenli olarak mücadele eden Larissa'yı deplasmanda kopardıkları beraberlikle elemeyi başardılar. Aslında işi ilk maçta 2-0'lık galibiyetle bitirmişlerdi, Yunanistan'dan da yenilmeden çıkmayı başardılar. Larissa'nın doğru bir politika izlediğini yazmıştık geçenlerde, motor tekledi bu sefer. Yunanistan'la puan farkımız olmasına rağmen sıralamada hemen altımızda yer alan bir ülke, daha bu turlarda takım kaybetmeleri iyidir deyip durumu bağlayalım. Reykjavik, Karabağ ile beraber geceyi damgasını vuran takımdır...
Kuzey takımları adına felaket bir geceydi dün. Rosenborg dışında geçtiğmiz sezonun en flaş ekiplerinden Aalborg elendi, Helsinborg ise direkten döndü. Rosenborg'un elenmesi kadar büyük bir sürprizdir Aalborg'un Bosna Hersek ekibi Slavija'ya elenişi. Geçtiğimiz sene Şampiyonlar Ligi gruplarına kalmış larve topladığı puanlarla Celtic'i Avrupa Kupaları dışına itip Şubat ayına kalmayı başarmışlardı. Bu rüya yolculuğu onlara ligde pahalıya patlamıştı ki şu yazıda dile getirmiştik bunu. Avrupa Kupalarına katılamayacak gibi gözüküyorlardı, ligi de 7. bitirmişler ama işlerini kupa üzerinden görüp UEFA Ligi elemelerine katılmışlar, hatta katılmakla kalmayıp elenmişler bile. Flying Dutchman geçenlerde 'tek şarkılık şarkıcılar' yazısı yazmıştı, Aalborg da onlardan biri olduğunu bizlere gösterdi. Aalborg kadar gösterişli olmasa da geçen sene Glasgow Rangers'ı daha ilk elemelerde Avrupa dışına iten ve İskoçya'nın ülke sıralamasında ciddi bir darbe almasını sağlayan Kaunas da Sırp ekibi Sovojno'ya elenmiş kendi sahasında. Geçen sezonun sürpriz ekipleri kendi silahlarıyla vuruluyor bu sene anlayacağınız.
Geçtiğimiz sezonun sürpriz ekipleri dedik, en dikkat çekici olanı Aalborg'sa onun hemen arkasından geleni de Anorthosis'ti. Hatta belki de daha büyük sükse yapmışlardı ki Inter'in son iki haftada Şampiyonlar Ligini boşlaması sebebiyle aldıkları 6 puana rağmen elenmişlerdi. Son haftaya kadar gruptan çıkma iddialarını sürdürmüşler, Olympiakos'un Şampiyonlar Ligine giremediği sezonda Yunanistan ve Rum medyasının ilgi odağı olmuşlardı. Sezon başında da Anorthosis'in hocası Ketsbaia, Olympiakos'a geçti zaten. Hoca değişikliği onlara büyük darbe vurmuş olacak ki Avrupa'nın yeni ülkelerinden Karadağ'ın Petrovac takımına uzatamalar sonucunda 3-1 yenilip elenmişler. Kıbrıs Rum Kesimi'ni puan olarak çok iyi yerlere taşımıştı Anorthosis, bu sezon onların yokluğu ülke puanları için pek iyi olmayacak.
Tüm bu kuzey başarısızlığının arasında parlayan bir ekip vardı ki o da aslında diğer saydığımız takımların yanında oldukça mütevazi kalan İzlanda'lı KR Reykjavik'ti. Ezelden beri severim ben İzlanda'yı ve takımlarını, bu yaptıkları sürpriz de nedensizce mutlu etti beni. Yunanistan'ın son yılllarda çıkış yapan ve Avrupa Kupalarında düzenli olarak mücadele eden Larissa'yı deplasmanda kopardıkları beraberlikle elemeyi başardılar. Aslında işi ilk maçta 2-0'lık galibiyetle bitirmişlerdi, Yunanistan'dan da yenilmeden çıkmayı başardılar. Larissa'nın doğru bir politika izlediğini yazmıştık geçenlerde, motor tekledi bu sefer. Yunanistan'la puan farkımız olmasına rağmen sıralamada hemen altımızda yer alan bir ülke, daha bu turlarda takım kaybetmeleri iyidir deyip durumu bağlayalım. Reykjavik, Karabağ ile beraber geceyi damgasını vuran takımdır...
Galatasaray 2-0 Tobol || İstikamet İsrail...
Bugün Galatasaray'ın tek ödevi vardı Tobol karşısında, o da rakibi karşısında yenik duruma düşüp turu riske etmemekti. Bunun ötesinde büyük anlamlar yüklemek, Barcelonavari bir futbol beklemek anlamsız bir beklentiydi zira bu takım daha sahaya nasıl yayılacağını dahi yeni öğreniyor. Defansından forvetine kadar bütün blokları hem yeni oyuncular barındırıyor, hem de yeni bir sisteme geçiş yapmanın sıkıntılarını yaşıyorlar. Resmi bir maç gözükse de bir mucize olup da elenilmediği sürece play-off turuna kadar yapılan maçlara hazırlık maçı gözüyle bakmak gerek, buna önümüzdeki Maccabi Netanya maçları da dahil.
Maç özelinde bakarsak takımın Kazakistan deplasmanındaki savrukluğunu bir nebze üstünden attığını görebiliyoruz. En azından hücum geliştirme anlamında işi mucizelere bırakan bir takım yoktu. Serbest roldeki Arda Turan'ın sol tarafta Serdar Eylik'le beraber tehlikeli birçok atak geliştirdiğini gördük ilk yarıda. Serdar A takımda kalacak olmasının verdiği özgüveni sahaya çok iyi yansıttı bugün, eğer yaptığı iki nefis ve isabetli ortadan birisi gol olsa kendi çapında bir Boleslav maçına imza atabilirdi, olmadı. Nazar değdirdik sanırım ona hep beraber, umarım sakatlığı ciddi değildir ve takımdan ayrı kalmaz.
Arda Turan diyorduk. Bugünkü rolünden anladık ki Arda Turan artık statik oynamayan, öndeki üçlüyle bağlantı kuran ve bu bağlantılar üzerinden pozisyon yaratan oyuncu rolünde oynayacak. Geniş bir Arda Turan yazısı yazmıştık geçenlerde, orda özellikle vurguladığım Euro 2008 performansını ve rolünü hatırlattı bana bugün sahada. Verimli ve istikrarlı bir performans gösterip göstermeyeceğini konuşmak için çok erken ama teknik heyetin ondan ne yapmasını beklediğini biliyoruz az çok.
Takımın iki golünün de duran toptan gelmiş olması önemli bir ayrıntı, buna ilk maçta Baros'un kornerden attığı golü de katabiliriz. Geçtiğimiz sezonlardaki en büyük sıkıntılarımızdan biriydi duran top kullanamamak, iki maçtaki performans bu anlamda umut verici. Kendi standartlarında bile kötü oynayan bir Sabri Sarıoğlu varken böyle iyi bir duran top organizasyonu görmek şaşırtıcı oldu. Sabri, geçen sene gösterdiği en iyi performanslardan biri olan Bosna Hersek maçında da buna benzer bir organizasyonda asist yapmıştı, bana o maçı hatırlattı bu gol. Sabri'nin soldan, uzak kale direğine kestiği ortalar sağdaki organizasyonlara göre çok daha iyi iş yapıyor, bunu atlamamak lazım.
Tribünler adınaysa Frank Rijkaard'la tanışma günüydü bugün. Birçok tezahürat yapıldı kendisi adına. Umarım bu güvenoyu sıkıntılı geçeceğini düşündüğüm ilk 2-3 ayda azalmadan devam eder de gözlerin pasını silen, gerçekten Avrupa futbolu oynayan bir takıma kavuşuruz. Güne esas damgasını vuranlar ise pankartlardı bence, özellikle Eski Açık'ta açılan "In Haldun We Trust" pankartı harikaydı diyebilirim, sıkça kullanacağımız güzel bir enstantane oldu. Borat göndermesi de gayet muzur ve hoş bir pankart. Şu 10 numara üzerinden Lincoln'e hakaret etme modası üzerine ise ayrı bir yazı mı yazsam, yoksa görmezden mi gelsem, karar veremedim. Artık yapılanların Lincoln'e değil Galatasaray formasına zarar verdiğini göremiyor mu bu insanlar, gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum.
Neyse, dediğimiz gibi. İstikamet İsrail. Dört maç kaldı gerçek Avrupa yolculuğunun başlamasına. Ha, bir de unutmadan. Emre Tilev'i tebrik ediyorum, etkin, yetkin, baskın, yatkın gibi kelimeleri cümle içinde kullanmayı öğrenmiş galiba...
Maç özelinde bakarsak takımın Kazakistan deplasmanındaki savrukluğunu bir nebze üstünden attığını görebiliyoruz. En azından hücum geliştirme anlamında işi mucizelere bırakan bir takım yoktu. Serbest roldeki Arda Turan'ın sol tarafta Serdar Eylik'le beraber tehlikeli birçok atak geliştirdiğini gördük ilk yarıda. Serdar A takımda kalacak olmasının verdiği özgüveni sahaya çok iyi yansıttı bugün, eğer yaptığı iki nefis ve isabetli ortadan birisi gol olsa kendi çapında bir Boleslav maçına imza atabilirdi, olmadı. Nazar değdirdik sanırım ona hep beraber, umarım sakatlığı ciddi değildir ve takımdan ayrı kalmaz.
Arda Turan diyorduk. Bugünkü rolünden anladık ki Arda Turan artık statik oynamayan, öndeki üçlüyle bağlantı kuran ve bu bağlantılar üzerinden pozisyon yaratan oyuncu rolünde oynayacak. Geniş bir Arda Turan yazısı yazmıştık geçenlerde, orda özellikle vurguladığım Euro 2008 performansını ve rolünü hatırlattı bana bugün sahada. Verimli ve istikrarlı bir performans gösterip göstermeyeceğini konuşmak için çok erken ama teknik heyetin ondan ne yapmasını beklediğini biliyoruz az çok.
Takımın iki golünün de duran toptan gelmiş olması önemli bir ayrıntı, buna ilk maçta Baros'un kornerden attığı golü de katabiliriz. Geçtiğimiz sezonlardaki en büyük sıkıntılarımızdan biriydi duran top kullanamamak, iki maçtaki performans bu anlamda umut verici. Kendi standartlarında bile kötü oynayan bir Sabri Sarıoğlu varken böyle iyi bir duran top organizasyonu görmek şaşırtıcı oldu. Sabri, geçen sene gösterdiği en iyi performanslardan biri olan Bosna Hersek maçında da buna benzer bir organizasyonda asist yapmıştı, bana o maçı hatırlattı bu gol. Sabri'nin soldan, uzak kale direğine kestiği ortalar sağdaki organizasyonlara göre çok daha iyi iş yapıyor, bunu atlamamak lazım.
Tribünler adınaysa Frank Rijkaard'la tanışma günüydü bugün. Birçok tezahürat yapıldı kendisi adına. Umarım bu güvenoyu sıkıntılı geçeceğini düşündüğüm ilk 2-3 ayda azalmadan devam eder de gözlerin pasını silen, gerçekten Avrupa futbolu oynayan bir takıma kavuşuruz. Güne esas damgasını vuranlar ise pankartlardı bence, özellikle Eski Açık'ta açılan "In Haldun We Trust" pankartı harikaydı diyebilirim, sıkça kullanacağımız güzel bir enstantane oldu. Borat göndermesi de gayet muzur ve hoş bir pankart. Şu 10 numara üzerinden Lincoln'e hakaret etme modası üzerine ise ayrı bir yazı mı yazsam, yoksa görmezden mi gelsem, karar veremedim. Artık yapılanların Lincoln'e değil Galatasaray formasına zarar verdiğini göremiyor mu bu insanlar, gerçekten anlamakta güçlük çekiyorum.
Neyse, dediğimiz gibi. İstikamet İsrail. Dört maç kaldı gerçek Avrupa yolculuğunun başlamasına. Ha, bir de unutmadan. Emre Tilev'i tebrik ediyorum, etkin, yetkin, baskın, yatkın gibi kelimeleri cümle içinde kullanmayı öğrenmiş galiba...
Serdar Eylik & Emre Çolak & Diğerleri
Frank Rijkaard kampa çağırdığı altyapı oyuncuları hakkında kararını vermiş ve Serdar Eylik'i A takıma almış. Diğer oyuncuların bir kısmı PAF takıma dönecek, diğerleri ise kiralık verilecekler. Serdar tercihini ben bekliyordum ama Serdar'la beraber Emre Çolak'ın da kalacağını, Erhan ve Özgürcan ikilisinden birinin de forvet alternatifi olarak tutulacağını düşünüyordum, yanılttı beni Frank Rijkaard. Buna rağmen kampta bu oyunculara fırsat verilmesi ve gerçekten teknik direktör tarafından kimin gidip kimin kalacağına karar verilmesi önemli bir gelişmedir bana göre. Eğer hocaya sorulmadan kampa gelecekler, kiralık gönderilecekler belirlense bugün kalan tek oyuncunun Serdar Eylik olacağından şüphelerim var.
Peki kimdir bu Serdar Eylik, Emre Çolak ve Cem Sultan'ın isimleri herkes tarafından bilinirken neden kalan Serdar oldu? Bunun tek cevabı var, o da diğer arkadaşlarına göre A takıma daha hazır olması. PAF Ligi takibini önceki seneler kadar sıkı yapamadım bu sezon ama Serdar Eylik bu sezonki formuyla fazlasıyla dikkat çekiyordu. Özellikle devre arasında PAF takımın katıldığı bir turnuvada aldığı MVP ödülü hem güveninin gelmesini sağladı, hem de ikinci yarıdaki performansında etkili oldu.
Genelde sol çizgiyi kullanmasına rağmen sorumluluk alan, oyun kurmakta arkadaşlarına yardımcı olan, gerektiğinde topa basıp takımı rahatlatan bir oyuncu Serdar. Sol taraf dışında bazen göbekte ve ters kanatta da oynadığı oluyor, statik bir oyuncu değil bölge olarak. Zaman zaman topla fazla oynadığı, basit oynamak yerine zor işleri denediği de oluyor, A takımda yapması gereken ilk iş bu dürtüsünü törpülemek olmalı. Kendini bu kamp döneminde göstermesi kariyeri açısından diğer oyunculara göre daha kritikti zira 90 doğumlu bir oyuncu Serdar Eylik. Eğer bu sene A takıma giremeseydi takımdan ayrılmak durumunda kalacaktı. Kiralık giden oyuncuların ne tür sorunlarla karşılaştığını sıkça dile getiriyoruz, doğru olmayan bir tercih oyuncunun kariyerine büyük sekte vurabiliyor.
Emre Çolak'ın tercih edilmemesi bence en şaşırtıcı gelişmeydi benim adıma. Yine de üstüne düşününce mantıksız bir tercih olduğunu söylemek zor. Öncelikle Emre Çolak oynadığı bölge itibariyle Serdar Eylik kadar şanslı değil. Önünde birden fazla alternatif var ve transfer yapılması olası bölgelerden biri orta sahanın ortası. Transfer olmasa bile rotasyonda yer bulması çok zordu Emre'nin.
Bunların yanında hala PAF takımla maça çıkabilecek yaşta olması bu tercihte etkili olabilir, Serdar'ın durumuna paralel olarak. Acil bir durumda tekrar A takıma çağrılabilir zaten, Frank Rijkaard da bu vurguyu yapmış basın toplantısında. Hoş, tercümanımız yine kendi yorumunu katarak, yanlış bir çeviri yapmış. Allahtan az buçuk İngilizcemiz var da tercümana ihtiyaç duymadan anlayabiliyoruz hocamızın söylediklerini. Senelerdir hocalarımızı yanlış mı anlıyoruz acaba diye aklıma takılmıyor değil. Tercüman tercihi hakikaten önemli bir konu, bu gidişle başımıza çok işler açılacak bu tercüman yüzünden.
Hem Erhan Şentürk'ün, hem de Özgürcan Özcan'ın tekrar kiralanması kararı da enteresan zira kadroda Ümit Karan'ın gidişiyle oluşan yerli forvet boşluğu var. Yaser Yıldız'ın kalacağı anlamını çıkarıyorum bu tercihten ama Yaser'den geçen sene beklenen katkı gelmemişti. Yedekleyici olarak benim ilk tercihim olmazdı Yaser. Erhan Şentürk hem merkez forvet olarak, hem de sağ forvet olarak iyi bir yedek olabilirdi, tercih edilmemiş. Diyarbakırspor da kadro kurmakta zorlanıyor okuduklarımıza göre, orda hatrı sayılır bir kredi kazanmışken Süper Ligde oynaması hiç de fena olmazdı. Özgürcan Özcan'ın geçen seneki başarılı performansı sonrası talipleri vardır ancak onun da tekrar Süper Lig'e dönme vakti geldi. İstanbul BB talip olduğunu açıklamıştı Abdullah Avcı aracılığıyla ama Taner Gülleri'yi ve Herve Tum'u transfer ettiler bu süre içinde. Gökhan Kaba da gitmediyse zorlu bir rotasyon olur İBB forveti. Kasımpaşa ilgileniyorsa orası olabilir belki ama tekrar Bank Asya'ya kiralanmasının bu saatten sonra Özgürcan için faydalı olacağı kanısında değilim. Kiralanacakları takımlar belli olunca tekrar konuşuruz üzerine...
Peki kimdir bu Serdar Eylik, Emre Çolak ve Cem Sultan'ın isimleri herkes tarafından bilinirken neden kalan Serdar oldu? Bunun tek cevabı var, o da diğer arkadaşlarına göre A takıma daha hazır olması. PAF Ligi takibini önceki seneler kadar sıkı yapamadım bu sezon ama Serdar Eylik bu sezonki formuyla fazlasıyla dikkat çekiyordu. Özellikle devre arasında PAF takımın katıldığı bir turnuvada aldığı MVP ödülü hem güveninin gelmesini sağladı, hem de ikinci yarıdaki performansında etkili oldu.
Genelde sol çizgiyi kullanmasına rağmen sorumluluk alan, oyun kurmakta arkadaşlarına yardımcı olan, gerektiğinde topa basıp takımı rahatlatan bir oyuncu Serdar. Sol taraf dışında bazen göbekte ve ters kanatta da oynadığı oluyor, statik bir oyuncu değil bölge olarak. Zaman zaman topla fazla oynadığı, basit oynamak yerine zor işleri denediği de oluyor, A takımda yapması gereken ilk iş bu dürtüsünü törpülemek olmalı. Kendini bu kamp döneminde göstermesi kariyeri açısından diğer oyunculara göre daha kritikti zira 90 doğumlu bir oyuncu Serdar Eylik. Eğer bu sene A takıma giremeseydi takımdan ayrılmak durumunda kalacaktı. Kiralık giden oyuncuların ne tür sorunlarla karşılaştığını sıkça dile getiriyoruz, doğru olmayan bir tercih oyuncunun kariyerine büyük sekte vurabiliyor.
Emre Çolak'ın tercih edilmemesi bence en şaşırtıcı gelişmeydi benim adıma. Yine de üstüne düşününce mantıksız bir tercih olduğunu söylemek zor. Öncelikle Emre Çolak oynadığı bölge itibariyle Serdar Eylik kadar şanslı değil. Önünde birden fazla alternatif var ve transfer yapılması olası bölgelerden biri orta sahanın ortası. Transfer olmasa bile rotasyonda yer bulması çok zordu Emre'nin.
Bunların yanında hala PAF takımla maça çıkabilecek yaşta olması bu tercihte etkili olabilir, Serdar'ın durumuna paralel olarak. Acil bir durumda tekrar A takıma çağrılabilir zaten, Frank Rijkaard da bu vurguyu yapmış basın toplantısında. Hoş, tercümanımız yine kendi yorumunu katarak, yanlış bir çeviri yapmış. Allahtan az buçuk İngilizcemiz var da tercümana ihtiyaç duymadan anlayabiliyoruz hocamızın söylediklerini. Senelerdir hocalarımızı yanlış mı anlıyoruz acaba diye aklıma takılmıyor değil. Tercüman tercihi hakikaten önemli bir konu, bu gidişle başımıza çok işler açılacak bu tercüman yüzünden.
Hem Erhan Şentürk'ün, hem de Özgürcan Özcan'ın tekrar kiralanması kararı da enteresan zira kadroda Ümit Karan'ın gidişiyle oluşan yerli forvet boşluğu var. Yaser Yıldız'ın kalacağı anlamını çıkarıyorum bu tercihten ama Yaser'den geçen sene beklenen katkı gelmemişti. Yedekleyici olarak benim ilk tercihim olmazdı Yaser. Erhan Şentürk hem merkez forvet olarak, hem de sağ forvet olarak iyi bir yedek olabilirdi, tercih edilmemiş. Diyarbakırspor da kadro kurmakta zorlanıyor okuduklarımıza göre, orda hatrı sayılır bir kredi kazanmışken Süper Ligde oynaması hiç de fena olmazdı. Özgürcan Özcan'ın geçen seneki başarılı performansı sonrası talipleri vardır ancak onun da tekrar Süper Lig'e dönme vakti geldi. İstanbul BB talip olduğunu açıklamıştı Abdullah Avcı aracılığıyla ama Taner Gülleri'yi ve Herve Tum'u transfer ettiler bu süre içinde. Gökhan Kaba da gitmediyse zorlu bir rotasyon olur İBB forveti. Kasımpaşa ilgileniyorsa orası olabilir belki ama tekrar Bank Asya'ya kiralanmasının bu saatten sonra Özgürcan için faydalı olacağı kanısında değilim. Kiralanacakları takımlar belli olunca tekrar konuşuruz üzerine...
Kayıp Aranıyor #3: Ever Banega & Del Horno
Arjantin liginin sıkı takipçilerinden biri olmadım hiçbir zaman. Denk geldikçe göz atarım, takip ettiğim takımlar da Boca ve River'la sınırlıdır. Ancak bu kısır takibime takılmış bir oyuncu vardı vakti zamanında. Boca Juniors'la kıtalararası kupa finalinde Milan'a karşı oynayan bir oyun kurucu, Ever Banega. Benim dikkatimi çekmesi çok da önemli değildi gerçi, o çoktan önde gelen Avrupa kulüplerinin dikkatini çekmişti. Başta finaldeki rakipleri Milan olmak üzere birçok kulüple adı anılıyordu. Ona Boca Juniors'un arzu ettiği bonservis bedelini ödeyense Valencia oluyordu. 18 milyon euro ile.
Bu kadar büyük bir bonservis bedeliyle La Liga'ya adım atmasına rağmen Avrupa kariyerine ondan beklenen başlangıcı yapamadı, bunun için de yeterli konsantrasyonu olduğunu söylemek güçtü. Webcam skandalı, alkollü araba kullanma derken Valencia kısa bir sürede Banega'yı aldığına, alacağına pişman olmuştu bile. Bu sezonun başında Atletico Madrid'e 1.5 milyon euro bedel karşılığında kiraladılar Banega'yı. Atletico Madrid'de kendini toparlayıp toparlamayacağı merak konusuydu ama birçok maçta görev almasına rağmen sezon boyunca ilk 11 oyuncusu olmayı başaramadı. 90 dakikayı tamamladığı maç sayısı sadece iki. Sezon sonunda Atletico da bu performansı sonrası Valencia'dan bonservisini almak için ısrarcı olmadı elbette, oyuncu da Valencia'ya geri döndü. Son olarak Haziran ayında Arjantin genç milli takımıyla Toulon turnuvasında görev yaptı ancak Boca Juniors'taki Banega hala kayıp.Valencia'nın bir diğer kayıp oyuncusu da Asier Del Horno. Bilbao'da yaptığı çıkışla Avrupanın dikkatini çeken Del Horno, Mourinho'nun isteğiyle 12 milyon euro bonservis bedeliyle Chelsea'ye geçmişti 2005'te. O sezon iyi de süre aldı Chelsea'de ama onunla ilgili akılda kalan en önemli detay Messi'ye Şampiyonlar Liginde yaptığı faul ve onun ardından çıkan olaylardı. Ben hala direkt kırmızı kartın ağır olduğunu düşünürüm ama o faul Del Horno'nun kariyerine damga vurmuş olaylardan biri olacak.
O sezonun sonunda İspanya'ya geri dönen Del Horno, 7.5 milyon euro bonservisle Valencia'ya geçti. Ancak Valencia'da sadece 7 maçta görev yapabildi ve 07/08 sezonunda kariyerine başladığı Bilbao'ya kiralandı. Eskisi kadar dikkat çekici bir performans ortaya koymasa da en azından forma şansı bulan Del Horno bu sezon tekrar dönmüştü Valencia'ya ama 2006'dan çok farklı olmadı yine. UEFA Kupasında verdiği ekstra katkı dışında Valencia'nın beklentilerini karşıladığı söylemek güç. La Liga'da forma bulduğu maç sayısı yine 10'u bulmadı. Bu sezon kaderi ne olacak, merak ediyorum açıkçası...
Bu kadar büyük bir bonservis bedeliyle La Liga'ya adım atmasına rağmen Avrupa kariyerine ondan beklenen başlangıcı yapamadı, bunun için de yeterli konsantrasyonu olduğunu söylemek güçtü. Webcam skandalı, alkollü araba kullanma derken Valencia kısa bir sürede Banega'yı aldığına, alacağına pişman olmuştu bile. Bu sezonun başında Atletico Madrid'e 1.5 milyon euro bedel karşılığında kiraladılar Banega'yı. Atletico Madrid'de kendini toparlayıp toparlamayacağı merak konusuydu ama birçok maçta görev almasına rağmen sezon boyunca ilk 11 oyuncusu olmayı başaramadı. 90 dakikayı tamamladığı maç sayısı sadece iki. Sezon sonunda Atletico da bu performansı sonrası Valencia'dan bonservisini almak için ısrarcı olmadı elbette, oyuncu da Valencia'ya geri döndü. Son olarak Haziran ayında Arjantin genç milli takımıyla Toulon turnuvasında görev yaptı ancak Boca Juniors'taki Banega hala kayıp.Valencia'nın bir diğer kayıp oyuncusu da Asier Del Horno. Bilbao'da yaptığı çıkışla Avrupanın dikkatini çeken Del Horno, Mourinho'nun isteğiyle 12 milyon euro bonservis bedeliyle Chelsea'ye geçmişti 2005'te. O sezon iyi de süre aldı Chelsea'de ama onunla ilgili akılda kalan en önemli detay Messi'ye Şampiyonlar Liginde yaptığı faul ve onun ardından çıkan olaylardı. Ben hala direkt kırmızı kartın ağır olduğunu düşünürüm ama o faul Del Horno'nun kariyerine damga vurmuş olaylardan biri olacak.
O sezonun sonunda İspanya'ya geri dönen Del Horno, 7.5 milyon euro bonservisle Valencia'ya geçti. Ancak Valencia'da sadece 7 maçta görev yapabildi ve 07/08 sezonunda kariyerine başladığı Bilbao'ya kiralandı. Eskisi kadar dikkat çekici bir performans ortaya koymasa da en azından forma şansı bulan Del Horno bu sezon tekrar dönmüştü Valencia'ya ama 2006'dan çok farklı olmadı yine. UEFA Kupasında verdiği ekstra katkı dışında Valencia'nın beklentilerini karşıladığı söylemek güç. La Liga'da forma bulduğu maç sayısı yine 10'u bulmadı. Bu sezon kaderi ne olacak, merak ediyorum açıkçası...
Genç Oyuncu Raporları #11: Transferler
Transfer sezonu biraz hızlı açıldı bu sene, daha Ağustos'u görmeden takımlar transferi kapattı desek yeri. Keita'ydı, Topuz'du, Nihat'tı derken arkaplanda kalan birçok tranfer oldu elbette, bunların genç oyuncu ayağına göz atalım beraber.
Genç oyuncu transferi deyince ilk önce Kayserispor'dan söz etmemiz gerekiyor. Artık bu transferleri bir kulüp politikası haline getirdiler, hatta işi biraz abarttılar desek yeri. Bu sene transfer ettikleri en yaşlı oyuncunun Mehmet Topuz transferi sırasında takas yoluyla aldıkları 1984 doğumlu Gökhan Emreciksin olduğunu söylesek yeterli olur sanırım. Kayserispor'un Gökhan Emreciksin, Hakan Aslantaş ve Merter Yüce haricindeki tüm transferleri 21 yaş ve altı oyunculardan oluşuyor.
Bu oyunculara baktığımızda genelde yurtdışında çeşitli takımların altyapılarında görev yapan oyuncular olduğunu görüyoruz. Ümit milli takımda da forma giyen forvet Ömer Şişmanoğlu St. Pauli'den alındı, aynı şekilde stoper Serdar Kesimal Köln'den transfer edildi. Bu transferlerde geçen sene çok uygun bir maliyetle alınan ve performansıyla milli takıma kadar yükselen Eren Güngör'ün referans alındığını düşünüyorum. Zaten bu transferden memnun olduklarını yine Altay'dan Gökhan Değirmenci'yi transfer ederek belli etmişlerdi devre arasında, bu sezon sonunda da Altay'dan serbest kalan Merter Yüce'yle sözleşme yaptılar.
Bugün bu transferlere bir yenisi eklenmiş, Semih Aydilek Birmingham'dan alınmış. Semih'in transferini diğer oyunculardan ayırmak lazım zira gerçekten zor bir transferdi. Geçen sezonun başında Galatasaray gerçekten çok uğraşmıştı bu transfer için ama Birmingham bırakmamıştı. Daha sonra oynaması için Motherwell'e kiralandı Semih. Kiralık dönem dönüşleri transferler için en uygun zamanlardan biridir, Kayserispor da fırsatı iyi kollayıp işi bitirmiş. 18 yaş altı milli takımına kadar Türkiye forması giyiyordu Semih, daha sonra Almanya'yı tercih etmişti. Almanya'nın oyuncu havuzunda hala yer buluyor kendisine, Kayserispor'a transferi milli takım tercihini etkileyecek mi, göreceğiz.
Bir başka yurtdışı çıkışlı yerli, genç oyuncu transferini de Gençlerbirliği yaptı geçtiğimiz günlerde. Yine bir dönem adı Galatasaray'la anılan Sinan Ayrancı'yla sözleşme yapılmış. Kendisi 15 yaş altı milli takımında görev yapan, daha sonra İsveç'i tercih eden bir oyuncu. Uzun boylu, bileklerine biraz hakim her genç forvet oyuncusu gibi onun hakkında da 'Yeni İbrahimoviç' haberleri yapıldı. Türkiye'deki piyasasına da katkıda bulundu bu haberler haliyle. Bu tip oyunculara her daim şüpheyle yaklaşmak lazım, zaten geçtiğimiz sene de gördüğüm kadarıyla pek de matah bir sezon geçirmemiş. Yine de denenmesinde bir sakınca yok, sonuçta milli düzeyde forma bulan genç, yerli bir forvet. Sadece beklentileri çok büyük tutmamak lazım.
Sivasspor'un Ferhat Bıkmaz transferi de doğru bir hamle. Kadrosunda genellikle 25 yaş üstü oyunculara yer veren bir takım Sivasspor, bu da oyuncuları ne kadar iyi performans sergilerse sergilesin, yüksek bonservis bedelleri kazanmalarına engel oluyor. Oturmuş sistemlerine bu tip genç oyuncuları monte edebilirlerse iyi fiyatlara pazarlayabilirler ilerde. Bek sıkıntısı çeken bir ülke olduğumuz malum, kendini biraz gösteren oyunculara ödenen bonservis bedellerini görüyoruz. Ferhat bu açıdan da takip edilmesi gereken bir oyuncu.
Genç oyunculardan söz etmişken, saat 20.30'da Türkiye U19-İspanya U19 maçı Show TV'den canlı olarak yayınlanacak. İzlemek isteyenler için hatırlatmış olalım...
Genç oyuncu transferi deyince ilk önce Kayserispor'dan söz etmemiz gerekiyor. Artık bu transferleri bir kulüp politikası haline getirdiler, hatta işi biraz abarttılar desek yeri. Bu sene transfer ettikleri en yaşlı oyuncunun Mehmet Topuz transferi sırasında takas yoluyla aldıkları 1984 doğumlu Gökhan Emreciksin olduğunu söylesek yeterli olur sanırım. Kayserispor'un Gökhan Emreciksin, Hakan Aslantaş ve Merter Yüce haricindeki tüm transferleri 21 yaş ve altı oyunculardan oluşuyor.
Bu oyunculara baktığımızda genelde yurtdışında çeşitli takımların altyapılarında görev yapan oyuncular olduğunu görüyoruz. Ümit milli takımda da forma giyen forvet Ömer Şişmanoğlu St. Pauli'den alındı, aynı şekilde stoper Serdar Kesimal Köln'den transfer edildi. Bu transferlerde geçen sene çok uygun bir maliyetle alınan ve performansıyla milli takıma kadar yükselen Eren Güngör'ün referans alındığını düşünüyorum. Zaten bu transferden memnun olduklarını yine Altay'dan Gökhan Değirmenci'yi transfer ederek belli etmişlerdi devre arasında, bu sezon sonunda da Altay'dan serbest kalan Merter Yüce'yle sözleşme yaptılar.
Bugün bu transferlere bir yenisi eklenmiş, Semih Aydilek Birmingham'dan alınmış. Semih'in transferini diğer oyunculardan ayırmak lazım zira gerçekten zor bir transferdi. Geçen sezonun başında Galatasaray gerçekten çok uğraşmıştı bu transfer için ama Birmingham bırakmamıştı. Daha sonra oynaması için Motherwell'e kiralandı Semih. Kiralık dönem dönüşleri transferler için en uygun zamanlardan biridir, Kayserispor da fırsatı iyi kollayıp işi bitirmiş. 18 yaş altı milli takımına kadar Türkiye forması giyiyordu Semih, daha sonra Almanya'yı tercih etmişti. Almanya'nın oyuncu havuzunda hala yer buluyor kendisine, Kayserispor'a transferi milli takım tercihini etkileyecek mi, göreceğiz.
Bir başka yurtdışı çıkışlı yerli, genç oyuncu transferini de Gençlerbirliği yaptı geçtiğimiz günlerde. Yine bir dönem adı Galatasaray'la anılan Sinan Ayrancı'yla sözleşme yapılmış. Kendisi 15 yaş altı milli takımında görev yapan, daha sonra İsveç'i tercih eden bir oyuncu. Uzun boylu, bileklerine biraz hakim her genç forvet oyuncusu gibi onun hakkında da 'Yeni İbrahimoviç' haberleri yapıldı. Türkiye'deki piyasasına da katkıda bulundu bu haberler haliyle. Bu tip oyunculara her daim şüpheyle yaklaşmak lazım, zaten geçtiğimiz sene de gördüğüm kadarıyla pek de matah bir sezon geçirmemiş. Yine de denenmesinde bir sakınca yok, sonuçta milli düzeyde forma bulan genç, yerli bir forvet. Sadece beklentileri çok büyük tutmamak lazım.
Sivasspor'un Ferhat Bıkmaz transferi de doğru bir hamle. Kadrosunda genellikle 25 yaş üstü oyunculara yer veren bir takım Sivasspor, bu da oyuncuları ne kadar iyi performans sergilerse sergilesin, yüksek bonservis bedelleri kazanmalarına engel oluyor. Oturmuş sistemlerine bu tip genç oyuncuları monte edebilirlerse iyi fiyatlara pazarlayabilirler ilerde. Bek sıkıntısı çeken bir ülke olduğumuz malum, kendini biraz gösteren oyunculara ödenen bonservis bedellerini görüyoruz. Ferhat bu açıdan da takip edilmesi gereken bir oyuncu.
Genç oyunculardan söz etmişken, saat 20.30'da Türkiye U19-İspanya U19 maçı Show TV'den canlı olarak yayınlanacak. İzlemek isteyenler için hatırlatmış olalım...
Üç Büyüklerin En Pahalı Transferleri
Geçen gün Mario Jardel'li bir geri dönüş yapınca aklımın bir köşesine iliştirdiğim bir konuydu bu astronomik transferler. Galatasaray tarihinin en pahalı transferiydi o sezon Mario Jardel ve buna rağmen 1 sezon dahi tahammül edilemeyip yok pahasına gönderilmişti. Halbuki kariyerinin zirvesinde bir gol makinesiydi adam, bizden gidip 42 gol atmıştı. Şöyle bir bakınca pahalı transferlerden ülkemizde optimum verimi almak pek de mümkün olmamış bugüne kadar.
Son 25 yıldır şampiyonluğu kimseye kaptırmayan İstanbul büyükleri arasındaki rekabetin 2000 sonrası zirve yapması transfer bedellerine de yansıdı elbette, bunun bedelinde ödenen bonservis bedelleri zaman içinde belli tavanlar yaptı. Bunların en önemli ikisi ironik bir biçimde ekonomik kriz dönemlerinde olmuş. Birisi bosman kuralları uygulamaya konmadan hemen önceki 2000 sonrası hedef büyütme fetişizminin sonucu. Bu dönemde Bülent Akın, Yusuf Şimşek, Erman Güraçar gibi oyuncular çok büyük ücretlere transfer yapmışlardı. Diğeri ise bu sezon tabii ki, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın belki de on yıllar sonra ikisinin birden ilk üç dışında kalıp kadrolarını yenilemek durumunda kalmaları sebebiyle bu sezon ortaya çıkan şişkin piyasa. İşin içine bir de Şampiyonlar Ligi gelirlerini transfere yatıran Beşiktaş olunca rekor denilebilecek bir sezon geçirmekteyiz.
2001'deki transfer çılgınlığının ayrı bir yazı konusu olduğunu not düşüp başlıkta belirttiğim yazını ana fikrine gelelim. Bu iki zirvenin ışığında Türk futbol tarihinin en pahalı transferlerini sıralamaya çalıştım, mutlaka hatalar olmuştur. Özellikle 2000'lerin başında transferlerde dolar kullanılması ve euro ilk kullanılmaya başlandığında doların daha değerli olması gibi değişken kriterler var. Bu sebeple o dönem dolarla yapılan transferleri ilk dolar/euro paritesine göre (1 Ocak 2002'de 1 euro=0.9038 dolar) düzenledim mantıken. Hayır öyle olmaz, böyle olur diyen varsa önerileri de bekliyorum elbette. Transferlerde son 10 yılı baz aldım (1999 ve sonrası), 2005 sonrası verileri transfermarkt.de'den, diğerleri hafızamızın kontrolünde google ve nimetlerinden. Unuttuğumuz, atladığımız bir transfer varsa affola, söylerseniz düzenlerim listeyi. Üç takım için ayrı ayrı listeler şöyle;
Galatasaray:
Mario Jardel: 16 milyon dolar / 17.7 milyon euro
Abdul Kader Keita: 8.5 milyon euro
Bülent Akın: 7 milyon dolar+Tolunay Kafkas / 7.75 milyon euro+Tolunay Kafkas
Serkan Aykut: 7 milyon dolar / 7.75 milyon euro
Casio Lincoln: 4.25+3 milyon euro (3 milyon euro isim hakkı adı altında Lincoln'e ödenen bedel)
Fenerbahçe:
Daniel Güiza 14+3.4 milyon euro (3.4 milyon euro İspanya Federasyonuna ödenen vergi)
Nicolas Anelka 10 milyon euro
Mehmet Topuz 9 milyon euro+Emreciksin
Stephen Appiah 8 milyon euro
Diego Lugano 7.5 milyon euro
Beşiktaş:
İsmail Köybaşı 5.5 milyon euro+Serdar Kurtuluş
Filip Holosko 5 milyon euro+Burak Yılmaz+Koray Avcı
Matias Delgado 5 milyon euro
Ricardinho: 3.75 milyon euro
Juanfran 3.6 milyon euro
*Ayhan Akman transferi 8 milyon dolara gerçekleşmesine rağmen 1998 yılına ait olduğu için listeye alınmadı. Merak edenler için...
Son 25 yıldır şampiyonluğu kimseye kaptırmayan İstanbul büyükleri arasındaki rekabetin 2000 sonrası zirve yapması transfer bedellerine de yansıdı elbette, bunun bedelinde ödenen bonservis bedelleri zaman içinde belli tavanlar yaptı. Bunların en önemli ikisi ironik bir biçimde ekonomik kriz dönemlerinde olmuş. Birisi bosman kuralları uygulamaya konmadan hemen önceki 2000 sonrası hedef büyütme fetişizminin sonucu. Bu dönemde Bülent Akın, Yusuf Şimşek, Erman Güraçar gibi oyuncular çok büyük ücretlere transfer yapmışlardı. Diğeri ise bu sezon tabii ki, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın belki de on yıllar sonra ikisinin birden ilk üç dışında kalıp kadrolarını yenilemek durumunda kalmaları sebebiyle bu sezon ortaya çıkan şişkin piyasa. İşin içine bir de Şampiyonlar Ligi gelirlerini transfere yatıran Beşiktaş olunca rekor denilebilecek bir sezon geçirmekteyiz.
2001'deki transfer çılgınlığının ayrı bir yazı konusu olduğunu not düşüp başlıkta belirttiğim yazını ana fikrine gelelim. Bu iki zirvenin ışığında Türk futbol tarihinin en pahalı transferlerini sıralamaya çalıştım, mutlaka hatalar olmuştur. Özellikle 2000'lerin başında transferlerde dolar kullanılması ve euro ilk kullanılmaya başlandığında doların daha değerli olması gibi değişken kriterler var. Bu sebeple o dönem dolarla yapılan transferleri ilk dolar/euro paritesine göre (1 Ocak 2002'de 1 euro=0.9038 dolar) düzenledim mantıken. Hayır öyle olmaz, böyle olur diyen varsa önerileri de bekliyorum elbette. Transferlerde son 10 yılı baz aldım (1999 ve sonrası), 2005 sonrası verileri transfermarkt.de'den, diğerleri hafızamızın kontrolünde google ve nimetlerinden. Unuttuğumuz, atladığımız bir transfer varsa affola, söylerseniz düzenlerim listeyi. Üç takım için ayrı ayrı listeler şöyle;
Galatasaray:
Mario Jardel: 16 milyon dolar / 17.7 milyon euro
Abdul Kader Keita: 8.5 milyon euro
Bülent Akın: 7 milyon dolar+Tolunay Kafkas / 7.75 milyon euro+Tolunay Kafkas
Serkan Aykut: 7 milyon dolar / 7.75 milyon euro
Casio Lincoln: 4.25+3 milyon euro (3 milyon euro isim hakkı adı altında Lincoln'e ödenen bedel)
Fenerbahçe:
Daniel Güiza 14+3.4 milyon euro (3.4 milyon euro İspanya Federasyonuna ödenen vergi)
Nicolas Anelka 10 milyon euro
Mehmet Topuz 9 milyon euro+Emreciksin
Stephen Appiah 8 milyon euro
Diego Lugano 7.5 milyon euro
Beşiktaş:
İsmail Köybaşı 5.5 milyon euro+Serdar Kurtuluş
Filip Holosko 5 milyon euro+Burak Yılmaz+Koray Avcı
Matias Delgado 5 milyon euro
Ricardinho: 3.75 milyon euro
Juanfran 3.6 milyon euro
*Ayhan Akman transferi 8 milyon dolara gerçekleşmesine rağmen 1998 yılına ait olduğu için listeye alınmadı. Merak edenler için...
Evet Değerli İzleyiciler
Yıllardır başta İlker Yasin ve saz arkadaşları olmak üzere birçok garip anlatıma maruz kalmış bir nesil olarak spikerlere karşı bağışıklığımız var. Ancak bu abimiz Bayanlar 1.liginde oynanan Gazi Üniversitesi-Sakarya Yenikent Güneşspor maçındaki kavgayı anlatırken bir çığır açmış ve televizyon tarihine yepyeni replikler kazandırmış. Evet değerli izleyiciler, şimdi videomuzu izliyoruz, evet...
Barcelona'nın Cevabı: Zlatan İbrahimoviç
3 Mayıs'ta Bernabeu'da oynanan 6-2'lik derbide belki de Avrupa transfer piyasasının kaderini çizmişti Barcelona. Real Madrid'i bugüne kadar görülmemiş çapta bir transfer harekatına kaldırdı ve Madrid dünyanın en iyi 4-5 hücum oyuncusundan ikisine 160 milyon euro gibi akıl almaz bir bonservis ücreti ödedi. Bu transferlerin yükselttiği piyasanın bir sonucu da Zlatan İbrahimoviç transferi. Hakikaten dünyanın en iyi golcüleri arasındadır İbrahimoviç. Sırık gibi boyuna rağmen inanılmaz bir tekniği vardır, top alır verir, şut atar, son vuruşu üst düzeydir. Bu kadar komple bir forvet oyuncusu var mı başka dersek iki kere düşünmemiz gerekir. Ancak 40 milyon euro+Eto'o+kiralık olarak Hleb bence çok aşırı bir bedel, aynı Kaka ve Ronaldo'ya ödenenler gibi. Dünyanın en iyi forvetlerinden biri dedik İbra'ya, ilk üçü kimdir desek büyük çoğunluğumuz Eto'o'yu yazardı listesine. Böyle bir oyuncuyu verdikten sonra üstüne 40 milyon euro ödemek pek makul durmuyor. Ama bu saatten sonra yapacak bir şey de yok, pandoranın kutusu açıldı artık. Üç-beş bir şey de bize düşse diye iç geçirmekten başka yapacak bir şey yok.
Kaka-Ronaldo-Benzema, Henry-Messi-İbra. Gerçekten rüya gibi iki hücum hattı ancak herkesin kafasında aynı soru işaretleri var. Hangi üçlü en iyisi olacak? Benim bu noktada favorim hala Barcelona. Hem daha dengeli bir hücum hattına sahipler, hem de sistemini, düzenini oturtmuş durumdalar. Klasik Türk basını geyiği olan "Kaka-Ronaldo yan yana oynar mı?" tezini sürmeyeceğim elbette ama bir 9.5 numara olan İbra'yla Messi'nin daha iyi oturan bir ikili olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur sanıyorum. Ayrıca Barcelona'daki mevcut sisteme en uygun oyunculardan biri olduğunu düşünüyorum İbra'nın. Eto'o'nun çok iyi yerine getirdiği üçgenlerdeki pas duvarı görevini İbra da rahatlıkla yerine getirecektir.
Madrid'de ise bu duvarın kim olacağı belirsiz. Geçtiğimiz sezon bence Real Madrid'i sürükleyen oyuncu olan Higuain'in yanına bir de Benzema transfer edildi. Kaka ve Ronaldo'nun ilk 11 oynayacağı aşikarken bu ikiliden birisinin yedek kulübesinde oturması kuvvetle muhtemel. Hangisinin oynayacağını ben kestiremiyorum açıkçası. Ayrıca şimdiden 210 milyon euro harcanmış olmasına rağmen orta sahanın ortasını tam olarak doldurabilmiş değiller. Makalele'nin gidişi sonrası yaşadıkları krizin bir benzerini yaşayabilirler. Buraya da bir transfer geleceğini düşünüyorum ben, bakalım.
Bu transferin bir diğer yönü de Serie A'nın en önemli starını Kaka'yla beraber La Liga'ya kaptırmaları. İbra takasında gelen Eto'o ligin en kariyerli yıldızı gibi duruyor, bu bile birçok şeyi açıklıyor gibi. Daha iki sene önce La Liga ve EPL'nin hemen yanına yazılan Serie A artık Bundesliga'nın bile altına yazılır oldu, gidişat bu durumun daha da derinleşeceğini gösteriyor sanki. Avrupanın en köklü liglerinden birinin bu kadar büyük bir düşüş içinde olmasının sorgulanması ve yanlışlarından kendimize ders çıkarmamız gerek. Başta stadların durumu ve TV yayınlarının bir ligin marka değerinde ne kadar büyük pay sahibi olduğunu görmek adına. Belki o zaman ülkemiz dışında izlenmeyen bir ligin 'Avrupanın en büyük 6. ligi' olmadığını kavrayabilir futbolun başındakiler...
Kaka-Ronaldo-Benzema, Henry-Messi-İbra. Gerçekten rüya gibi iki hücum hattı ancak herkesin kafasında aynı soru işaretleri var. Hangi üçlü en iyisi olacak? Benim bu noktada favorim hala Barcelona. Hem daha dengeli bir hücum hattına sahipler, hem de sistemini, düzenini oturtmuş durumdalar. Klasik Türk basını geyiği olan "Kaka-Ronaldo yan yana oynar mı?" tezini sürmeyeceğim elbette ama bir 9.5 numara olan İbra'yla Messi'nin daha iyi oturan bir ikili olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur sanıyorum. Ayrıca Barcelona'daki mevcut sisteme en uygun oyunculardan biri olduğunu düşünüyorum İbra'nın. Eto'o'nun çok iyi yerine getirdiği üçgenlerdeki pas duvarı görevini İbra da rahatlıkla yerine getirecektir.
Madrid'de ise bu duvarın kim olacağı belirsiz. Geçtiğimiz sezon bence Real Madrid'i sürükleyen oyuncu olan Higuain'in yanına bir de Benzema transfer edildi. Kaka ve Ronaldo'nun ilk 11 oynayacağı aşikarken bu ikiliden birisinin yedek kulübesinde oturması kuvvetle muhtemel. Hangisinin oynayacağını ben kestiremiyorum açıkçası. Ayrıca şimdiden 210 milyon euro harcanmış olmasına rağmen orta sahanın ortasını tam olarak doldurabilmiş değiller. Makalele'nin gidişi sonrası yaşadıkları krizin bir benzerini yaşayabilirler. Buraya da bir transfer geleceğini düşünüyorum ben, bakalım.
Bu transferin bir diğer yönü de Serie A'nın en önemli starını Kaka'yla beraber La Liga'ya kaptırmaları. İbra takasında gelen Eto'o ligin en kariyerli yıldızı gibi duruyor, bu bile birçok şeyi açıklıyor gibi. Daha iki sene önce La Liga ve EPL'nin hemen yanına yazılan Serie A artık Bundesliga'nın bile altına yazılır oldu, gidişat bu durumun daha da derinleşeceğini gösteriyor sanki. Avrupanın en köklü liglerinden birinin bu kadar büyük bir düşüş içinde olmasının sorgulanması ve yanlışlarından kendimize ders çıkarmamız gerek. Başta stadların durumu ve TV yayınlarının bir ligin marka değerinde ne kadar büyük pay sahibi olduğunu görmek adına. Belki o zaman ülkemiz dışında izlenmeyen bir ligin 'Avrupanın en büyük 6. ligi' olmadığını kavrayabilir futbolun başındakiler...
Teknik Heyetlere 'Tercüman'
Galatasaray bu sezon başında belki de Türk futbol tarihinin en kariyerli teknik heyetlerinden birini getirdi. Bu tanınırlıkta bazı hocalar Türkiye'de görev yaptıysa da bu kadar geniş ve kariyerli teknik heyet elemanları hiçbir zaman olmadı. Yardımcı antrenörü Johan Neeskens'ten kondisyonerlere kadar gerçekten rüya gibi bir ekip. Yalnız bu ekibin öyle bir elemanı var ki insan takılmadan edemiyor, o da Rijkaard'ın yeni tercümanı Mert Çetin.
Aslına bakarsanız tercüman problemi Galatasaray için hiç de yeni bir sorun değil. Özellikle Fatih Terim'in Fiorentina'ya gidişi sonrası çalışılan tüm yabancı antrenörlerin tercümanlarında bir problem vardı. Hele Gheorghe Hagi'nin bir tercümanı vardı, (ki hala Türkiye'ye geldiğinde tercümanlığını yapar.) onun söylediklerini bir kez de Hagi'nin çevirmesi gerekiyordu. Hagi tercüman kullanmasa muhtemelen derdini daha iyi anlatırdı. Mert Çetin ise bu işi bir seviye ileriye taşımışa benziyor.
Hangi akla hizmet İngilizce tercüman getirildiği ayrı bir muammayken bir de İngilizce çeviri yapma konusunda hiçbir fikri olmadığını düşündüğüm bu arkadaş çıktı başımıza. Basın toplantılarında gerçekten insanı ekran başında çıldırtacak derecede tercüme hataları oluyor. Rijkaard'ın vurguladığı çok kritik bir konu üstünkörü geçilirken tercümanın kendi fikri ve hissiyatını alıyorsunuz daha çok tercümelerde. Rijkaard'ın Lincoln ile ilgili fikrini belirttiği programdaki çevirisi bu konuya net bir örnek. Hocanın söylediğiyle alakasız bir futbolcuya geçirmek nasıl bir fikrin, nasıl bir hissiyatın ürünü?
Garip, hiç bilinmeyen bir dilden de söz etmiyoruz, hemen hemen her okulda asgari düzeyde okutulan, birçoğumuzun okuduğunu anlayacak, kendimizi ifade edecek düzeyde bildiği bir dil bu İngilizce. Tercümanlık okullarından da birçok mezun veriliyor, simultante çevirisi en çok yapılan dilden söz ediyoruz. Daha doğru düzgün İngilizce tercüman bulmaktan aciz bir kulüp müdür Galatasaray? İşin komiği bu arkadaş sanırım futbolla da pek ilgili birisi değil, futbol terimleri hakkında da bilgi eksikliği varmış gibi duruyor. Eğer kısa sürede iyi ve düzgün bir tercüman bulunmazsa Rijkaard söylemediği birçok söz yüzünden manşet olur Fotomaç ve türevlerine, bizden söylemesi...
Aslına bakarsanız tercüman problemi Galatasaray için hiç de yeni bir sorun değil. Özellikle Fatih Terim'in Fiorentina'ya gidişi sonrası çalışılan tüm yabancı antrenörlerin tercümanlarında bir problem vardı. Hele Gheorghe Hagi'nin bir tercümanı vardı, (ki hala Türkiye'ye geldiğinde tercümanlığını yapar.) onun söylediklerini bir kez de Hagi'nin çevirmesi gerekiyordu. Hagi tercüman kullanmasa muhtemelen derdini daha iyi anlatırdı. Mert Çetin ise bu işi bir seviye ileriye taşımışa benziyor.
Hangi akla hizmet İngilizce tercüman getirildiği ayrı bir muammayken bir de İngilizce çeviri yapma konusunda hiçbir fikri olmadığını düşündüğüm bu arkadaş çıktı başımıza. Basın toplantılarında gerçekten insanı ekran başında çıldırtacak derecede tercüme hataları oluyor. Rijkaard'ın vurguladığı çok kritik bir konu üstünkörü geçilirken tercümanın kendi fikri ve hissiyatını alıyorsunuz daha çok tercümelerde. Rijkaard'ın Lincoln ile ilgili fikrini belirttiği programdaki çevirisi bu konuya net bir örnek. Hocanın söylediğiyle alakasız bir futbolcuya geçirmek nasıl bir fikrin, nasıl bir hissiyatın ürünü?
Garip, hiç bilinmeyen bir dilden de söz etmiyoruz, hemen hemen her okulda asgari düzeyde okutulan, birçoğumuzun okuduğunu anlayacak, kendimizi ifade edecek düzeyde bildiği bir dil bu İngilizce. Tercümanlık okullarından da birçok mezun veriliyor, simultante çevirisi en çok yapılan dilden söz ediyoruz. Daha doğru düzgün İngilizce tercüman bulmaktan aciz bir kulüp müdür Galatasaray? İşin komiği bu arkadaş sanırım futbolla da pek ilgili birisi değil, futbol terimleri hakkında da bilgi eksikliği varmış gibi duruyor. Eğer kısa sürede iyi ve düzgün bir tercüman bulunmazsa Rijkaard söylemediği birçok söz yüzünden manşet olur Fotomaç ve türevlerine, bizden söylemesi...
Avrupanın En İyi Genç Golcüleri
Üstteki tablo Avrupada geçtiğimiz sezon en çok gol atan 21 yaş altı golcüleri listeliyor. Real Madrid'in 6-2'lik felaket maça kadar zirve yarışında tutmayı başaran Gonzalo Higuain geçtiğimiz sezon en golcü performansı sergileyen 21 yaş altı oyuncu olmuş. Higuain dışında Aguero, Pato, Benzema, Mata gibi çok tanıdık simalar var listede ama onlara biraz sonra değineceğiz, çünkü bu oyuncuların arasında Türkiye liginden de bir oyuncu var, Sercan Yıldırım.
Türkiye liginin genç bir golcünün yetişmesine uygun bir iklime sahip olmadığını düşünürüm hep. Bunun birkaç sebebi var. Öncelikle her forvet tipine uygun bir lig değil Türkiye, Avrupadan getirilen kariyerli birçok golcü bu sıkıntıyı net bir biçimde yaşadı. EPL'nin bu sezonki gol kralı Nicolas Anelka 1.5 sezonda sadece 10 lig golü bulabildi Türkiye'de. Gol rakamları oldukça düşük, uzun süre sonra ilk defa 20 golün üstüne çıkan bir oyuncu çıktı bu sezon. Gol atmak zor zanaat yani bu topraklarda. Bunun yanına bir de genç oyunculara şans vermemeyi adet edinmiş kulüplerimizi eklersek bu yaştaki bir golcünün kendini ispatlaması, düzenli şans bulmasının ne kadar zor olduğunu anlayabiliriz. Sercan Yıldırım'ın bunu yapabilmesi için yeteneğinden çok şansa ihtiyacı vardı, bu şans da onun yanında oldu geçen sezonun başında. İlk 5 haftada kaydettiği 5 gol ona yeterli krediyi sağladı. Sezonun geri kalanında da 6 gol attı zaten. Bu ışıltılı başlangıcı yapmasa sezonun geri kalanında istikrarlı bir şekilde forma bulur muydu, bu kadar gündeme gelir miydi, benim kafamda soru işaretleri var açıkçası.
Sercan özelinde söyleyebileceğimiz bir şey daha var. Bu listede 19 yaşında sadece üç oyuncu bulunuyor. Alexander Pato, Sercan Yıldırım ve Tomas Necid. Bu da yaptığı işi biraz daha parlatıyor Sercan'ın. Gelişimini sürdürebilirse yukarda saydığımız bir üst seviye golcülerle aynı liglerde mücadele etmemesi için hiçbir sebep yok. Pato'yu biliyoruz tabii ama Tomas Necid bence ilginç bir isim. Koller ve Baros sonrası o klasmanda golcü yetiştirememesiyle Türkiye'yle çok benzeşen bir ülke oldu Çek Cumhuriyeti. Tomas Necid bu anlamda Çek Cumhuriyeti için önemli bir oyuncu. Geçen sezon attığı 11 golü sadece 16 maçta attığını da ekleyelim. Bu performansı sonrası Ocak ayında CSKA'ya geçti zaten. CSKA da Orta Avrupanın genç yeteneklerinden beslenen bir transfer politikası geliştirdi son yıllarda, bunu da değinebiliriz ilerde. Oliveira transferi zora girince bir ara "Galatasaray üst düzey bir golcüyle anlaşamazsa genç bir Çek golcü getirecek." söylentisi çıkmıştı, bu profile en uygun isim de Tomas Necid'di. Denk gelirsem alıcı gözle izleyeceğim tekrar.
Higuain dışında Aguero ve Mata'nın da listede yer alması ciddi bir İspanya hakimiyeti getirmiş. Aslında genç golcülerin çıkış yaptığı lig olarak Hollanda ön plana çıkmıştır yıllardır. Bu sezon da Arnoutovic'i Inter'e pazarladılar gerçi. Karim Benzema da Lyon'dan Real Madrid'e geçerek Higuain'le forma rekabetine girmeye çalışacak. Cagliari'nin genç golcüsü Acquafresca ise Diego Milito transferinde takasta kullanıldı, gelecek sezon Genoa forması giyecek. Diğerlerinin de transfer yapması yakındır. Zaman zaman göz atmamız gerekecek bu isimlere...
Türkiye liginin genç bir golcünün yetişmesine uygun bir iklime sahip olmadığını düşünürüm hep. Bunun birkaç sebebi var. Öncelikle her forvet tipine uygun bir lig değil Türkiye, Avrupadan getirilen kariyerli birçok golcü bu sıkıntıyı net bir biçimde yaşadı. EPL'nin bu sezonki gol kralı Nicolas Anelka 1.5 sezonda sadece 10 lig golü bulabildi Türkiye'de. Gol rakamları oldukça düşük, uzun süre sonra ilk defa 20 golün üstüne çıkan bir oyuncu çıktı bu sezon. Gol atmak zor zanaat yani bu topraklarda. Bunun yanına bir de genç oyunculara şans vermemeyi adet edinmiş kulüplerimizi eklersek bu yaştaki bir golcünün kendini ispatlaması, düzenli şans bulmasının ne kadar zor olduğunu anlayabiliriz. Sercan Yıldırım'ın bunu yapabilmesi için yeteneğinden çok şansa ihtiyacı vardı, bu şans da onun yanında oldu geçen sezonun başında. İlk 5 haftada kaydettiği 5 gol ona yeterli krediyi sağladı. Sezonun geri kalanında da 6 gol attı zaten. Bu ışıltılı başlangıcı yapmasa sezonun geri kalanında istikrarlı bir şekilde forma bulur muydu, bu kadar gündeme gelir miydi, benim kafamda soru işaretleri var açıkçası.
Sercan özelinde söyleyebileceğimiz bir şey daha var. Bu listede 19 yaşında sadece üç oyuncu bulunuyor. Alexander Pato, Sercan Yıldırım ve Tomas Necid. Bu da yaptığı işi biraz daha parlatıyor Sercan'ın. Gelişimini sürdürebilirse yukarda saydığımız bir üst seviye golcülerle aynı liglerde mücadele etmemesi için hiçbir sebep yok. Pato'yu biliyoruz tabii ama Tomas Necid bence ilginç bir isim. Koller ve Baros sonrası o klasmanda golcü yetiştirememesiyle Türkiye'yle çok benzeşen bir ülke oldu Çek Cumhuriyeti. Tomas Necid bu anlamda Çek Cumhuriyeti için önemli bir oyuncu. Geçen sezon attığı 11 golü sadece 16 maçta attığını da ekleyelim. Bu performansı sonrası Ocak ayında CSKA'ya geçti zaten. CSKA da Orta Avrupanın genç yeteneklerinden beslenen bir transfer politikası geliştirdi son yıllarda, bunu da değinebiliriz ilerde. Oliveira transferi zora girince bir ara "Galatasaray üst düzey bir golcüyle anlaşamazsa genç bir Çek golcü getirecek." söylentisi çıkmıştı, bu profile en uygun isim de Tomas Necid'di. Denk gelirsem alıcı gözle izleyeceğim tekrar.
Higuain dışında Aguero ve Mata'nın da listede yer alması ciddi bir İspanya hakimiyeti getirmiş. Aslında genç golcülerin çıkış yaptığı lig olarak Hollanda ön plana çıkmıştır yıllardır. Bu sezon da Arnoutovic'i Inter'e pazarladılar gerçi. Karim Benzema da Lyon'dan Real Madrid'e geçerek Higuain'le forma rekabetine girmeye çalışacak. Cagliari'nin genç golcüsü Acquafresca ise Diego Milito transferinde takasta kullanıldı, gelecek sezon Genoa forması giyecek. Diğerlerinin de transfer yapması yakındır. Zaman zaman göz atmamız gerekecek bu isimlere...