Türkiye'deyken telefonda konuştuğum Zeynep, ikinci gün için toplanma saati olarak 9 demişti. Zeynep, Nike Türkiye'nin basınla ilgilenen organizatörü. Acaba Türkiye saatiyle mi söyledi, İngiltere mi derken hiç adetim olmadığı üzere yusuflayarak 8.45'te aşağı indim. Henüz aksanı oturtamadığım İngilizcemle resepsiyona Zeynep'in burada olup olmadığını soruyorum. Anlaşıyoruz ama Uğur Karakullukçu demenin bir İngiliz için işkence olduğunu fark ediyorum o sırada.
Neyse efendim, Zeynep'le ekibin diğer elemanlarını beklerken, Goal Dergisi'nden Yakup abiyle ile NTV Spor ekibinden Bülent abinin iPhone 4 almak için erkenden kuyruğa girdiğini öğreniyoruz. Irmak Kazuk ise bize daha sonra katılacağını söylüyor. Otobüs Nike Akademisi'ne doğru hareket ettiğinde aslında şehir merkezine uzak bir yerde olduğumuzu fark ediyorum. Bir nevi Riva'dayız yani. Dönüş yolunda ağaçsız bir tek yer yok ve daha ilginç olanı ağaç boyunu geçen herhangi bir ev de yok. İki katlı, dış cephesinde genelde ahşap malzeme kullanılmış evler var. Trafiğin soldan akmasına hâlâ 'vay anasına arkadaş' modunda bakarken, Akademi'ye adım attık.
Yeri gelmişken henüz tam açıklamadığımı fark ettim, anlatayım. İngiltere'ye gitme sebebim esasen Nike'ın The Chance adlı, 40 ülkeyi kapsayan projesine blog yazarı olarak davet almam. 40 ülkede yapılan seçmelerde 100 amatör genç belirlendi ve Londra'daki daimi seçmelere getirildi. Türkiye'den ise önce Orkun Dervişler ile Kerem Tulgar seçilirken, kontenjan artınca Doğukan Meşekoparan da ekibe dahil oldu. Bu 100 gençten sekizine İngiltere'de bir yıl boyunca prestijli bir üniversiteyle ortak bir programla futbol eğitimi verilecek. Bir yıl sonra da Arsenal'in büyük hocası Arsene Wenger bu çocuklardan birine profesyonel sözleşme önerecek. Konsept bu.
Akademi'ye geldiğimizde her Türk gibi önce çimlere göz atıp, "Adamlar yapmışlar!" triplerine girdikten sonra basın odasına geçtik. Çocuklar o sırada ısınıyordu. Orada bir günün ardından internete girdikten sonra ilk iş telefonun niye çekmediğini sormak oldu. Sağolsun, Twitter'da beni takip eden bir arkadaş Vodafone TR'de çalışıyormuş, işlemlerimi halletti. Fulham'da antrenörlük yapan, çocuklara eğitim veren ekibin önemli isimlerinden biriyle söyleşi yaptıktan sonra maçları izlemeye geçtik. Bizim çocukların yer aldığı 7'e 7 maçı izlemeye gidip Orkun ile Kerem'in takımının iyi iş yaptığını görünce rakip takımın stoperi Doğukan'ın şansının azaldığını düşündüm. Daha sonra çocuklarla biraz sohbet ettikten sonra otele döndük.
Bir saat dinlenmeye çıktığımda sütlü çayımı yapıp Sky Sports'u açtım ama bu kez de kriket maçı vardı. Sevenleri vardır illa ki de o kadar dar alanda oynanan bir spor için dev stadyumlar yapılması, daha da garibi o statların dolması bana garip gelmiştir. Neyse, biraz izledikten sonra bu kez son 32'ye kalan gençlerin açıklanacağı Wembley'e doğru yola çıktık. Türk Telekom Arena'nın açılışından yeni çıkmış biri olarak stadyumdan etkilenme kotamı doldurmuş durumdaydım ama Wembley de bambaşka bir stat hakikaten. Soyunma odalarına kadar gezme fırsatı bulduk, fotoğraflarımızı çekip içeri geçtik. Akşam yapılacak tören öncesi yemeği beklerken, Wembley internetiyle Sopcast'ten Beşiktaş-Bucaspor maçını seyrederek de tarihe geçtik sanırım.
Toplantı sonrası yemeğe geçip, bizim çocukların son 32'ye girip girmediğini merakla beklemeye başladık. Bu arada Avusturya'yı temsilen katılan Atakan Yiğit de oldukça düzgün Türkçe konuşan bir arkadaşımız. İlk onun seçildiğini izledikten sonra Orkun ile Kerem'in de siyah takımda yer aldığını gördük. Doğukan tahmin ettiğim gibi seçilememişti ancak tören sonrası en neşeli olan oydu. Çocukları tebrik ettikten sonra bu kez günü kapatmanın huzuruyla kendimi odaya attım. Yarın sabah 7.30'da kalkıp aralıksız bir maratona girecektim. Üstelik programda Emirates Arena'da Arsenal-Wigan maçını izlemek de vardı...