Galatasaray 3-1 İstanbul BB || Kurtuluş...

Tek maç üzerinden sezonun geneli üstüne ahkam kesmek doğru değil, genellikle maçın heyecanı uç fikirleri tetikliyor çünkü. Peki madem böyle diyorsun, böyle başlık mı olur arkadaşım diyenlere de "Dedim, ama bir sor niye dedim" diyeceğim müsadenizle.

Elbette bu akşam sezonu kurtaracak, muhteşem bir futbol oynanmadı ama Galatasaray'ın en temel iki arızasına çözüm vadeden üç adam sahadaydı: Emiliano Insua, Lorik Cana ve elbette Serkan Kurtuluş. Başlık da biraz ona ithafen zaten. Geçen hafta gazeteye yazdığım maç yazısında ligin en kötü bek ikilisinden biri olduğuna inandığım Hakan Balta-Ali Turan'dan Insua-Serkan'a geçmek aşamadır demiştim ama beklentilerimin de ötesinde bir ikili yakalamak üzere gibi duruyor Galatasaray. Özellikle Serkan'ın gösterdiği performans muazzam. Bu maçı Kapalı Alt'tan izlediğim için ilk yarıdaki performansına da daha yakından şahit oldum ki neredeyse hatasız oynadı bile denilebilir.

Serkan konusunda biraz geriye sararsam Frank Rijkaard'ın ilk kamp döneminin ardından A2 takıma yollaması sağ bek rotasyonu kıt bir takım adına şüpheyle yaklaştığım bir hamle olmuştu ama A2'de izlediğim Serkan, bırakın A takımı, A2'de bile düzenli oynamayı hak edecek düzeyde bir performans göstermiyordu. Kuvvetsizdi, bölgesini kapatamıyordu, top kaptırıyordu. Daha da kötüsü mental olarak bitik duruyordu. Bu sezon başında Rijkaard'ın tekrar gözüne giren Serkan ise bambaşka bir adam, bambaşka bir oyuncu. Kestiği iki nefis ortanın gol olmasının dışında soldan hiçbir atak gelişimine izin vermedi, top kaptırmadı ve doğru pas tercihleri yaptı. Şu izlediğim Serkan bu takımda banko oynar ama dediğim gibi ihtiyatlı olalım, nazar değdirmeyelim. Keza Insua. Soldan bindirmeleriyle, bir bek oyuncusuna göre fazlasıyla iyi tekniğiyle solda iyi iş yapıyor o da. Kadro oturduğunda bu iki bek daha da parlayabilir, en azından "parlamaya müsait" iki adam duruyor savunma kanatlarında. Galatasaray'a "Kurtuluş" vadeden ilk öğe bu.

İkincisi ise Lorik Cana. Bugün üç tane facia pasını saydım ama pozisyon almasıyla, rakibi bozmasıyla, hepsinden de önemlisi Galatasaray'da üç-dört yıldır görülmeyen hırsı, çokça piskopatlığıyla müthiş iş görecek bu adam. Aldığı sarı kart da dahil olmak üzere topu çalmak istediği her an topa korkusuzca girebilecek bir adam, topa ama... Mustafa Sarp yerine böyle bir manyağın (iyi anlamda tabii) sahada bulunması sözde en sert adamı Barış Özbek olan Galatasaray'a hakikaten kimlik katabilir. Frank Rijkaard'ın onu bir süredir hazırlamaya çalıştığı, altı yabancının dışında düşünmediğini bugün görmüş olduk, en azından bana bunu düşündürdü. Bir türlü yazamadığım ama kafamda olan ("Raad ol, hepsi kafamda" deyip sıfır alan lise öğrencisi) "Altı+Lorik Cana" yazısını değişik bir bakış açısıyla yazmamı sağlayacaktır bu maç, o kesin.

Bu iki temel problemin çözülme yolunda adımların olması beni umutsuzluğa iten takım adına fazlasıyla önemli. Milan Baros'un hattricki elbette günün en güzel anekdotlarından biri ama biz zaten Milan Baros'un gününde olduğu zaman bu pozisyonları değerlendirebileceğini biliyoruz. Bursaspor maçında hakikaten şanssızdı, o maçta son vuruşları iyi olsa Bursapsor'un da yenilebileceğini söylemiştim hatırlarsanız.

Öte yandan zaten sağlam durmayan Servet Çetin'in yanında aklı Avustralya'da kalmış gibi görünen Lucas Neill'ın hatalarını, Misimovic'in takıma çözmeye çalışan hallerini de atlamamak lazım. Kimileri tarafından çok beğenilse de ,artık benim taktığım mı diyeyim bilmiyorum, Ayhan Akman'ın pas tercihleri de hâlâ kafamı kurcalayan bir diğer konu. Takımla çalışan bir hoca varken pek onu oynat, bunu oynat deme taraftarı değilim ama zibilyon tane alternatifin şans bulduğu orta sahada epey iş görebileceğini düşündüğüm Musa Çağıran'ı sahalarda ne zaman görebileceğiz diye düşünmüyor değilim.

Tüm bu güzellemelere rağmen bu takım 3-0'a rağmen maçı riske sokma potansiyeli olduğunu da göstermiştir, en azından maç 3-1 olunca taraftar rahat olamıyorsa "Acaba hemen iki gelir mi?" sorusu kafaları kurcalıyorsa takımın kat etmesi gereken daha yol var. Yine de ortada dört maçta alınmış bir 12 puan var ve Bursaspor'un uçtuğu, Beşiktaş'ın kaçtığı ortamda her ne olursa olsun, galibiyet serisi yakalamak elzemdi ve Galatasaray zirveye tutundu ve üçüncülüğe yerleşti. Küme düşme potası esprileri yapılan bir takım için bir ayda olabileceklerin en iyisi buydu. Keyfini çıkaralım...

Serdar Eylik Fenerbahçe'de (!)

"Galatasaray altyapısından yetişen ve Çağlar Birinci takasında bonservisi Denizlispor'a verilen Serdar Eylik, 4 milyon avro karşılığında Fenerbahçe'ye transfer oldu."

Bu metin elbette ki gerçekten değil, heyecana mahal yok lakin keşke yer yer keşke gerçek olsa dediğim konulardan birisidir şu. 87'lilerden başlayarak 91'lilere kadar Galatasaray altyapısının en bereketli olmasını beklediğimiz dönemde Arda sonrası hemen hemen hiçbir oyuncunun A takımda rol alamaması ya da fırsat bulamadan gönderilmesi Galatasaray'daki büyük bir organizasyon sorunundan ve plansızlıktan kaynaklanmakta. Üç sene sonra şu adamı A takıma alacağız, şu kadar süre vereceğiz şeklinde bir plan yok. Oyunculara yapılan yatırımların tamamı ani bir popülerlikten besleniyor. Bir altyapı oyuncusunun Galatasaray oyuncusuna dönüşebilmesi için Galatasaray'da oynaması gerektiğini atlıyoruz. Tüm bunlar tamam da eğer Galatasaray bu adamlara gereken değeri verememişse bir tanesi bile mi tersini, bu durumun yanlışlığını ispatlayamaz?

Mülayim Erdem'den Semih Kaya'ya kadar uzanan bu süreçte Galatasaray yönetimini, çoğu zaman Adnan Sezgin'i şımartan, Çağlar Birinci karşılığında bozuk para misali altyapı oyuncusu dağıtma şımarıklığını/kredisini tanıyan bonservisiyle giden oyuncuların hiçbirinin Galatasaray'ın canını yakmayı başaramamasıdır. İşte bu yüzden Denizlispor'la sezona çok iyi bir başlangıç yapan, Süper Lig'e dönmesi muhtemel olan bir ekipte parlayan bir Serdar Eylik bu açıdan bir fırsattır. Evet, Serdar Fenerbahçe'ye gitmelidir ki iki sene sonra Berkin Arslan da Tavşanlı Linyitspor'a gönderilmesin, ya da gönderilmeden önce A takımda on maça çıkmış olsun. Bu kısır döngüyü delecek birilerine ihtiyaç var...

Emenike'nin İntikamı

Gençlerbirliği maçının ardından moda Emenike oldu. Hemen her programda övgüler yağıyor, transferde kapılar 10 milyon avrodan açılıyor vs. Tüm bunların dışında Emenike'nin Gençlerbirliği'ne attığı iki enfes golün arkaplanında aynı nefislikte bir hikaye vardı. Gazeteye yazmak istedim ama ilan kurbanı olduk. Fanatik, Goal'e yazdığım iki kupleden çıkartmak istemiş, becerememiş. Doğrusunu yazalım onun da.

22 yaşındaki Nijeryalı aslında geçen sene Gençlerbirliği'ne imza atmaya geliyor. Görüşmeler başlayınca İlhan Cavcav başkanlığındaki yönetimin aslında onunla sözleşme yapıp Bank Asya'da mücadele veren Hacettepe'ye kiralamak istediğini öğreniyor ve transfer yatıyor. Bu anlaşmazlığı fırsat bilen Kardemir Karabükspor, Emenike'yle tam sayıyı hatırlamamakla birlikte 100 bin dolar gibi cüzi bir yıllık ücrete anlaşıyor. Orada iki kulübün kaderi değişiyor. Yıllardır hit bir yabancı oyuncu bulamayan ve kimliği bu keşiflerden beslenen Gençlerbirliği yine istediği çıkışı yapamazken Emenike'yi sisteminin merkezine koyan Yücel İldiz ve öğrencileri önce yıllardır görülmemiş bir performansla Bank Asya'yı süpürüyor, sonra Süper Lig'in en iyi çıkış yapan ekibi haline geliyorlar. İşte Emenike'nin Gençlerbirliği'ne attığı iki gol bu hikayenin bir parçası.

Bu ayrıntılara geçen sezon vakıf olmamda yardımcı olan Hüseyin Ataş'a da bir selam çakalım yeri gelmişken. Sağlam bir Goal okuyucusu olan ve ilk vukuatı bu olmayan Fanatik editörüyle birlikte tabii.

Öte yandan Emenike'nin bu maç da dahil olmak üzere attığı golleri izlemenizi tavsiye ederim, ligin en iyi santrforlarından birini göreceksiniz. Galatasaray dahil her takımda banko 9 numara oynayacak kapasitede bir adam olduğunu düşünüyorum. Bu sene dokuz maçın da açık olması nimetinden en çok o ve takımı Karabük için faydalandığımı da söyleyeyim. Güzel takımlar. İnşallah bozulmazlar...

Kayserispor 1-0 Kardemir Karabük
Emmanuel Emenike: Bank Asya'dan Süper Lig'e Yabancılar

Galatasaray'ın Adams'ı

1993'te kurulan Premier Lig'de tarihin en iyi 11'i seçilmişti geçen hafta. Kaledeki Schemeichel'dan forvetteki Cantona'ya kadar birçok yıldızla dolu bir 11 olmasına karşın şu an bu satırları yazmama sebep olan oyuncu Tony Adams. Muazzam bir Premier Lig kariyeri olabilir, benim hayranlık duyduğum adamların başında gelen Marc Overmars döneminin takım kaptanı olabilir ama Adams'ı özel kılan bu kariyeri değil Arsenal-Galatasaray maçındaki performansıdır. Hatta performansı da değil, sadece bir pozisyondur. Maçın en net pozisyonunu yakalayan ancak topu üç metreden havaya diken bu adam Galatasaray'a tarihinin en büyük başarısını hediye eden adamlardandır. Güzel adamdır. Bir haberini çevirmiştim yanılmıyorsam, Azerbaycan'a gitmiş teknik direktör olarak. Dönüştü İstanbul'a uğrasa da bir çayımızı içse bari...

İlk 11'in kalanını de vereyim, bir tarafımız şişmesin. Premier Lig tarihinin en hayvani sezon performanslarından birine imza atmış olan Cristiano Ronaldo'nun David Beckham'ı kesememiş olması da ayrıca vurgulanması gereken bir noktadır bence...

• Kaleci – Peter Schmeichel
• Sağ Bek – Gary Neville
• Stoper – Tony Adams
• Stoper – John Terry
• Sol bek – Patrice Evra
• Sağ açık – David Beckham
• Orta saha – Paul Scholes
• Orta saha – Steven Gerrard
• Sol açık – Ryan Giggs
• Forvet – Eric Cantona
• Forvet – Thierry Henry

Sezon Açılışı

Sezonu biraz geç açtık sanılmasın, bu sezon dizi sezonu. Dizi günü olarak bellediğimiz salı günleri bereketli geçmeye devam edecek. House abimiz Cuddy'yle mutlu mesut yaşayabilecek mi? Chuck, dünyayı kurtarırken alemin en taş hatunlarından Sarah Walker'ı elinde tutabilecek mi? Barney Stinson'a sırtını dayayan How I Met Your Mother toparlanabilecek mi? Torrentten sonra...

Benim kullandığım siteler:

Fenerbahçe 1-1 Beşiktaş

Gecikmeli de olsa üstüne konuşulması gereken, ilginç bir maç oldu bana göre, özellikle bir Galatasaraylı açısından. Hem Fenerbahçe'ye, hem Beşiktaş'a bir adım geriden bakabilmek bir açıdan güzel çünkü bana göre hem gerginliği, hem saha içi mücadeleyi bir arada taşıyan, dozu yerinde bir rekabet var bu iki takım arasında. Galatasaray-Fenerbahçe'de gerginlik yoğun, saha içinde oynanan futbol fazlasıyla psikolojik etmenlere dayanıyor. Galatasaray-Beşiktaş'ta ise çoğu zaman derbi kokusu almakta zorluk çekiliyor. 90'larda Fenerbahçe'nin sahneden çekilmesiyle yalnız kalan ikilinin arasındaki rekabet eskisi kadar yoğun ve şiddetli değil. Hepsinin kendine has tatları var ama ben Fenerbahçe-Beşiktaş karşılaşmalarını seviyorum kısacası...

Bir Galatasaray adına dedim, onu açayım. Maçın Kadıköy'de oynanması, üzerine tez yazılacak kadar derin bir konu olan Kadıköy'deki mağlubiyet serisini anlamak adına bir başka veri bizler için. Ve görüldü ki bu statta hakikaten bir şeyler var. Yapıldığı dönemde tavuk butu gömüldüğü yönünde haberler vardı. Kim yaptıysa iyi becermiş hakikaten çünkü Fenerbahçe'nin derbilerde bulduğu ilk pozisyonda gol bulması artık adetten bile değil, bir gerçeklik. Rakip takımın oynadığı futbolun, topa hakimiyetin hiçbir önemi yok. Hatta çoğu zaman bu hakimiyet golü yedikten sonra daha ağır bir hayal kırıklığı olarak geri dönüyor oynayana. Beşiktaş'ın da benzer bir duruma düşmesi, ardından Kadıköy avantajıyla hakeme itiraz etme, gider yapma kredisi Beşiktaşlıları da gerdi. Fakat Galatasaraylılarla net olarak bir fark var ki Schuster'in öğrencileri devre arasınının ardından zihinlerini yenileyip sahaya çıkabildiler. Galatasaray, ters giden en ufak şeyde bütün inisiyatifi rakibe veriyor. Zaten bunu yaptıkları gün en azından bir beraberlik şansımız olacak o statta...
Öte yandan bir de Guti ve Quaresma konusu var. Benim de çok düştüğüm bir hata mı diyeyim, yoksa iyi niyet mi bilemem ama kağıt üstündeki sistem algısıyla Türkiye'deki futbol prensipleri her zaman birbirini tutmuyor, özellikle derbi maçlarda bu daha net gözüküyor. Bazen Guti gibi, Quaresma gibi adamların atacağı bir derin top orta sahanın baklava şeklinde dizilmesinden daha önemli olabiliyor. Futbolun ruhu böyle bir şey zaten. İki sene önce bir yazıda demiştim; "Kendi içinde bir matematiği var ama futbol bir matematik değil." Bir diğer bakış açısıyla da Guti ve Quaresma'yı Fabian Ernst'in önüne koymak gerekiyor ki bu noktada Galatasaray'ın dört yıllık ısrarcı tavrının hâlâ sürmesini anlayamadığımı hatırlatayım.

Fenerbahçe, Kadıköy'deki psikolojik üstünlüğünden de öte, özgüveni yerlerde olmasına karşın hâlâ bir hedef maç takımı olduğunu gösterdi. 1-0'ken maçı alacak pozisyonları buldular, atamadılar. Yemeyebilirlerdi de. Esas vurgu yapılması gereken nokta bu zaten. Fenerbahçe'nin geçen sezonki Beşiktaş maçını bir kenara koyarsak derbilerde iki ve üzerinde gol yemediğini, maçı alacak kadar da pozisyon bulduğunu unutmayalım. Avrupa tecrübesi diye bir kavram varsa derbi tecrübesi bunun bir başka çeşitlemesi ve Fenerbahçe bu açıdan rakiplerinin çok önünde. Derbi oynamayı biliyorlar, net.

Beşiktaş, 10 puanda kaldı. Galatasaray pragmatik ve yavan bir futbolla 3x3 yaparak 9 puan yaptı, Fenerbahçe ise 7 puanda kalarak lider Bursaspor'un (muhtemelen) 8 puan arkasına düştü. Elindeki bir derbi jokerini de kaybederek. Bu üçlünün birbiri arasındaki çekişmeden sıyrılmış bir Bursaspor, bu yıl da erken başladığı deparını sürdürebilirse Türk futbolunda gerçekten köklü bir değişikliğe imza atabilir. İstanbul ekiplerinde geçen sezona hâlâ "rakibe kaptırılmamış bir şampiyonluk" olarak sempatiyle bakılıyor. İlk Daum döneminde iki sene üst üste şampiyonluk alan Fenerbahçe'den sonra ikileme yapan ekip yok. Aradan neredeyse beş yıl geçti. Bursaspor, olur da şampiyonluğa yürürse bu kez hakikaten bir şeyler değişebilir ve bu derbi de o yola döşenmiş ilk taşlardan biri olabilir...

Umudumuz Emre Çolak

Galatasaray'daki eksikler, gedikler böylesine çokken gözler ister istemez refleks olarak edindiğimiz şekilde altyapıya bakıyor. Oradan yeni bir Arda Turan, olmadı yeni bir Uğur Uçar, Ferhat Öztorun beklentisine giriliyor. Bu uğurda en göz önündeki adam Emre Çolak ama ne acık ki Emre'den yeni bir hücum silahı olmasını bekleyenleri hayal kırıklığının bekliyor olması kuvvetle muhtemel...

Benim genç bir hücum oyuncusunda ilk baktığım özellik fiziğinden önce oyun zekası ve karar verme yetisidir. Aydın'la Arda'yı ayırt eden yeti fiziğinden ziyade üst düzeye taşıabildiği karar verme becerisi ve tekniğiydi. Emre Çolak, şu haliyle bir Arda Turan değil, Aydın Yılmaz adayı gibi geliyor bana. En kritik noktalarda yanlış kararları veren, yanlış bir özgüvenin peşinden giden bir oyuncu. A2 takımını izlerken Emre ve Cumhur'a ayrı bir gözle bakıyorum haliyle. Emre hakkında ümitlerim de bu maçlarda gün geçtikçe erimekte...


Bir kere topu saklama ve doğru kullanmada ciddi problemleri var. Ya topu gereksiz yere eziyor, ya da dar alanda ayakta kalamayarak topu kaptırıyor. Rahat olduğu zamanlarda iyi bir pasör, pası attığında adamını da buluyor ama üçüncü bölgede dayak yemeye devam ettikçe bunun da çok bir önemi yok. Orta sahanın ortasını dolduracak savunma bilgisi de yok, topa kaydığı her üç hamleden ikisi sarı kartlık faul. Mesela Arda'nın çok da göz önünde olmayan bir özelliğidir ama Arda topa kaydığı zaman muhakkak söker, alır. Bence dünya çapında bir adamdır bu açıdan. Yani bu şekilde bir devşirme girişimi de bence başarısız olacaktır.

Galatasaray'ın yatırım yapacağı oyuncuları iyi belirlemesi gerekiyor ve bence doğru oyuncu Emre Çolak da değil. Bence 86-87 jenerasyonundan sonra gelen en yetenekli nesil olan 91'liler içinde Emre'nin konumunu bir sorgulamak lazım. Gökhan Töre, Tunay Torun gibi oyuncuların arkasında kalan Emre'yle ilgili beklentilerimizi revize etmemiz gerekiyor gibi. Bakalım, sezon uzun, Emre'nin yaşı henüz 19. Umarım bir Galatasaraylı olarak beni yanıltır...

Bucaspor 0-1 Galatasaray || Şartların Getirdiği...

Arda, Hakan ve Sabri bu takımın en önemli üç yerli oyuncusu. Savunmanın göbeğinde Rijkaard'ın pek de tutmadığı Servet Çetin'i saymazsak bu üç adamın yokluğu takımda toplu bir değişimi zorunlu kılıyor. Sadece kendi eksiklikleri de değil, bu oyuncuların yabancı kontenjanıyla da doğrudan bağlantısı var ve görüldüğü üzere takım şiddetle ihtiyaç duyduğu halde sınır yüzünden Lorik Cana gibi bir oyuncu kenarda Mustafa Sarp'ın arkasını bekleyebiliyor. Planlama hatası mı demeli, yoksa mazur mu görmeli, orası şimdilik muallak...

Misimovic transferinin ardından mevcut kadroya ve forvet arkalı oyuna en uygun dizilişin 4-2-3-1 olduğunu, Rijkaard'ın eldeki malzemeye göre karar verip vermeyeceğini merak ettiğimi söylemiştim. Buna bir sayı fetişizmi gözüyle bakmamak lazım. Hollandalı, Galatasaray'a geldiği günden beri elindeki malzemeye göre değil kafasındaki futbol felsefesine göre bir takım sahaya sürmeye çalıştı. Bu ikisini harmanlama konusunda sıkıntı yaşadı. Rijkaard'la ilgili benim kafamdaki en önemli soru işareti de bu uyum yetisidir. Bu açıdan "şartların getirdiği" bu değişimin genel bir adım mı, yoksa Arda gelene kadar Misimovic merkezli geçici bir çözüm üretme çabası mı, bunun için biraz daha beklemek lazım.

Gaziantepspor maçını canlı izleyememiş, meraktan maç sonu arkadaşıma maçı anlattırmıştım. Galibiyetin ardından konuşan bir Galatasaraylıya göre epey ümitsizdi, tarif ettiği oyun da iç açıcı değildi pek. Ne demek istediğini bugün sahada uygulamalı olarak gördüm. Hücumda herhangi bir organizasyon, tercihle yapılmış üst üste üç pas yok. İki sene önce pozisyonları bitiren adam olan Kewell, artık oyun kurucu gibi oynuyor, merkeze kaçmak durumunda kalıyor. Çünkü top taşıyabilen tek oyuncu konumunda ve takım onun ayağına gittikçe daha fazla bakıyor. Bu adamı sezon başı göndermeye kalkmamıza da inanmak güç. Kalışının ne kadar önemli olduğunu kırk kere yazdık, kırk birinci yazıp maşallah demek düşüyor tekrardan.

Misimovic henüz hücumun merkezine yerleşebilmiş değil. Erken de zaten. Üstelik böyle bir zeminde yapabileceklerinin de kısıtlı olduğunu söylemek lazım. Giant Killing animesini izleyen bilir, Gino'yu andırdı bana bugün Misi. Üçlüden elde kalan ise Juan Pablo Pino. Profesyonel futbola geçememiş, değişimi yarım kalmış gibi oynuyor. Pas trafiğine katılma, daha da önemlisi yarattığı pozisyonlarda son pası verme, şutu atma becerisi yok gibi. İlk geldiğinde Pino-Pinto esprileri yapılır demiştim ama yavaştan Pinto kokuları geliyor sanki burnumuza doğru. Kontratakta iş yapacak, kenardan gelen adam desek bu kez de Galatasaray'ın bu tanıma uyan kaç maçı var dememiz gerekir. Avrupa kupalarında yokuz, öyleyse? Sadece İnönü ve Kadıköy'de kenardan gelsin diye adam aldıysak burada bir yanlış var demektir. Gamsız Aydın'ın ve Serdar Özkan'ın dahi daha fazla katkısı olabilir şu takıma, sırf Lorik Cana'nın oynamasını sağladıkları için.
Galatasaray'da arıza çok. Hakan Balta-Ali Turan ikilisinden Emiliano Insua-Serkan Kurtuluş ikilisine terfi etmek güzel ama oyun rakip yarı sahaya yerleşmemişken, takımın ayakları yere basmıyorken değil Insua-Serkan, Cole-Maicon gelse bundan etkili olamaz gibi. Bekten katkı gelmiyor serzenişlerimiz oluyor ara ara ama takımın ortamı beklerin öne çıkmasına müsait mi? Her ne kadar maçı koparan adam olsa da Ayhan Akman'ın yerli yersiz top kayıpları, Pino'nun "görüyorum ve arttırıyorum" der misali ayağındaki her topu ezmesi bir anda dört-beş kişinin önde kaldığı, leziz kontratak fırsatları sunuyor rakibe. Bugün rakibin adı Buca'ydı, yarın Çemişgezek de olsa hiçbir şey fark etmeyecek, rakip çayır gibi boş alanlar bulacak. Şu haldeyken sürekli hücumda kalan iki bek Galatasaray için zarar olur, net. Bu sebeple Hakan'ın yerine Insua da oynasa maç boyu 3-4 güzel orta izleyemiyoruz işte.

Bunun sebebinin ısrarla orta sahanın göbeği olduğunu düşünüyorum. Hem ön dörtlüden dönen topları süpürecek, hem de onları öne itecek bir ikiliye ihtiyaç var orada. Böyle olursa Insua, Sabri, Serkan gibi oyunculara da öne çıkma fırsatı doğacak. Bunun için de form tutmuş ve düzenli oynayan bir Lorik Cana şart. Yanındaki oyuncu kim olur, o önemli. Top kayıplarını dizginlemiş bir Ayhan belki o işi görebilir ama şu hali bence muhteşem oynadığı maçlarda bile Galatasaray'ın başına çorap örer. İsteyen övgüler de dizebilir şu performansa lakin şu takımda düzenli top kaybeden bir orta saha ölümcüldür. İki kere iki dört...

Dilin, klavyenin kemiği yok. Kısacası beni tatmin etmeyen bir Galatasaray tablosu var. Bucaspor'u ayrıca konuşuruz ama transfer dönemi beklentilerini karşılamaktan çok uzakta kalacaklar gibi görünüyor. Bülent Uygun, şu takımla 10-15 arası bir derece alırsa öpüp başına koysun derim. Çılgın Mendy'nin kaleden uzak çabaları dışında nasıl gol üreteceklerine dair hiçbir fikir vermiyorlar. Bugün maçın iyilerinden ilan edilen Ayhan'ın servislerinden birini gol yapsalar bugün farklı konuşuyor olabilirdik. Bence iki takımın da çözmesi gereken önemli problemleri var.

Taner Gülleri'nin Kontratı

Büyük bir başarı hikayesinin kahramanı Taner Gülleri, hikayesinin sonunu getiremeyecek gibi... 2007/08 sezonunda attığı 21 golle hem gol kralı olan, hem de Kocaelispor'u Süper Lig'e taşıyan adamdı. Esas zirvesine de o sezon ulaştı. Takımının tartışmasız yıldızı haline gelen Taner'in milli takıma seçilip seçilmeyeceği bile tartışılır olmuştu. Fatih Terim de düşündükleri isimlerden biri olduklarını söylemişti zaten.

Harika geçen bir sezonun ardından milli takımı ıskalayan Taner'in sezon sonunda İstanbul büyüklerinden birine değil de İstanbul Büyükşehir Belediyespor'a transfer olmasının tek sebebi ilerleyen yaşıydı. Abdullah Avcı'nın ekibinde bir-iki sene iyi iş yapar diyorduk ama işte hikayenin bundan sonrası büyük bir boşluk. İstanbul ekibine gelir gelmez ağır bir sakatlık geçiren Taner, geçen sezon sadece bir maçta sadece yedekten oyuna girebildi. O maç da Trabzonspor'un 6-1 kazandığı, Egemen Korkmaz'ın hattrick yaptığı maç. Fasulyeden denilen cinsten.

Tüm bu boşlukta Taner'lei ilgili akıllarda kalan tek şey Arif Erdem, Fatih Akyel gibi isimlerin geçtiği bahis skandalında gözaltına alınan isimlerden biri olmasıydı. Bu sezon da ortalıklarda gözükmüyor. Yaz arası da kâr etmemiş anlaşılan. Belediye ekibi de ondan ümidi kesmiştir diye tahmin ediyorum. Başarılı olduğu, kariyer zirvesi yaptığı sezonun ardından yağlı bir kontrat alıp arkasını getirmeyen çok adam vardır, NBA'de sıkça görülür özellikle. Taner Gülleri bir NBA oyuncusu olsaydı adı şu anda Raef LaFrentz'le falan yan yana anılırdı kesin...

76 doğumlu Taner'in bu saaatten sonra kariyerini toparlaması pek de olası görünmüyor. Galatasaray yakın tarihinin en önemli maçlarından olan Sami Yen'deki Kocaelispor maçında dört gol atıp Skibbe'yi göndermiş adam olması ise Taner dendiğinde benim aklıma gelen ilk şey olarak kalmaya devam edecek...

Anarşinin Evlatları: Sons of Anarchy

Sons of Anarchy yaz aylarında başladığım dizilerden. Karakter dizilerini severim ama izlemesi zordur. Mad Men de öyle mesela, zaman geçtikçe, karakterler çözüldükçe, 'ekşın'ı da azaldıkça yavanlaşan bir dizi bana göre. Sons of Anarchy bu açıdan hem hareket, hem birbirinden iyi oyuncuların oluşturduğu başarılı bir kurgu vadediyor. Yanında bir sürü de Harley Davidson var. Daha ne olsun...

Açıkça söyleyeyim, ilk üç bölüm önemli bir eşik, daha ilk bölümden "Sıkıldım, izlemiyorum" diyebilirsiniz. Benim tavsiyem biraz daha bekleyip dizinin karakterlerin, kulübün, kasabanın ne ayak olduğunu anlatan bu bölümlerden ziyade işlerin yavaş yavaş hareketlendiği bölümleri beklemeniz.

Dizinin konusu şöyle. Charmed adlı bir kasaba ve bu kasabada el altından silah kaçakçılığı yapan ve kasabada it kopuğa izin vermeme amacı güden bir motosiklet kulübü var. Polislerle bir derece anlaşmalı olan bu kulübün en gözde elemanı Jax. Dizinin merkezinde o var. Dizinin en karizmatik karakterlerinden annesi Gemma yani Katey Sagal, arkaplanda işleri çekip çeviren hatun rolünde. Tam bir manipülasyon ustası. Kulüp başkanı Clay'le beraber. Clay ise Sons of Anarchy'nin başkanı ve rahmetli olan Jax'in babasının en yakın arkadaşı. Sırf şu kurgu bile çok şey vadediyor aslında.

Yükselişte olan Jax Teller'ın eski sevgilisi ve karısı, yeni doğan çocuğu, kulübe karşı hissettiği sorumluluğu ve aslında muhtemelen babasının sonunu getiren kulüp vizyonuyla bizlere çok dolu ve başarılı bir dizi vadettiğini görmek zor değil. Ben henüz birinci sezonu bitirdim, önümde iki sezon daha var. Eğer dizi arıyorsanız meraklılarına tavsiye ederim. Bu neymiş hacı, çok sıkıcı bu diyene de bir şey demem tabii, karar sizin...

Son olarak bana diziyi 'zorla' izleten Evrim'e, yani CineShoot'a teşekkür edeyim, unutmadan (unutmuşken)...

Bursaspor 0-4 Valencia: Neden?

Bursaspor'u geçen sene Türkiye Süper Ligi şampiyonluğuna taşıyan ana unsur en organize, taktik düzeni en rahat okunan takım olmasıydı. Rakiplerine göre çok daha derli toplu, kimden ne katkı aldığı bilinen bu ekibin ilk dört hafta sonunda 12 puanı olan tek takım olması da bu açıdan asla tesadüf değil. Peki bu takımın Valencia karşısında varlık dahi gösterememesinin, ilk andan itibaren topun kontrolünü rakibe verip buna maç boyu bir antitez geliştirememesinin sebebi neydi? Aslında cevap çok da karışık değil. Bursaspor'u Türkiye Ligi içerisinde özel kılan tüm bu organizasyonun bir Şampiyonlar Ligi takımı karşısında bir anlamı yok ve Sercan Yıldırım'ın "İspanya futbolu çok ileride" diyerek kastetmeye çalıştığı şey de tam olarak bu.

Bursaspor'da şampiyonluğun getirdiği büyük bir özgüven vardı, aslında olmalı da kabul ama Şampiyonlar Ligi tecrübesini yabana atamazsınız. O sahneye ilk kez çıkan bir takımın başına aksilikler gelmesi doğaldır. Kaldı ki Bursaspor, bırakın Kupa 1'i, UEFA Kupası'na katılmayalı yıllar olmuş. Ortada bir Avrupa geleneği yok. Anorthosis, BATE Borisov deniyor. İyi de bu takımların ismi yabancı gelse de UEFA Avrupa Ligi'nde, Şampiyonlar Ligi elemelerinde sürekli mücadele veren takımlar bunlar. Zorluk derecesi farklı olsa da bir birikimden söz edebiliyoruz. Bursaspor'a fazla yüklenilmesini düşünmem de ondan. Kime karşı? Şampiyonlar Ligi'nin gediklisi, İspanya'da iki devin hemen ardından gelen Valencia'ya karşı. Türk futbol tarihinde ne işi olduğunu anlamadığımız altın çağının Galatasaray'ı dahi üstüne yavaş yavaş koyarak o devleri yendi. Yenildi de. Bu krediyi Bursaspor'a açmayanlara diyecek söz yok o açıdan.

Maçın detayına çok girmeye gerek yok aslında, baştan sona bir Valencia üstünlüğü vardı, karşıda cevap veremeyen bir takım da varken tek taraflı övgü dizisi anlamsız olacak. Buna rağmen Bursaspor'un her şeyi kaybettiği sanrısına gerek yok. Kuralar çekildiğinde söylemiştim. İlk iki torba takımları ne kadar güçlü olur ve diğerlerine aman vermezse üç ve dört arasındaki maçların önemi o kadar artıyor. İkili bir elemeye dönüyor olay bir nevi. Esas sorun Rangers'ın Manu deplasmanından puan koparmış olması. Bursaspor'un Rangers'tan dört puanı koparması farz oldu, mümkünse birkaç puan da Manchester-Valencia maçlarından almak gerek. İkili averajın gücüne inanmak gerek...

Metin Oktay Formaları

Metin Oktay'ın ölüm yıldönümü son yıllarda hep bir Galatasaray maçına denk geliyor. Denizlispor maçı vardı, hatırladığım kadarıyla sessizlik deplasman tribünü sebebiyle bozulduğu bir Antalyaspor maçı da var. Bugün yine Ali Sami Yen'de Metin Oktay anılacak ve bu kez güzel de bir hazırlık var. Türk Telekom, 22'ye 23 metre boyunda dev bir forma hazırlamış, maç öncesi açılmak üzere. Babamla beraber Yeni Açık'a gittiğim dönemlerde böyle üç forma açılmıştı, birisi Hagi, diğeri Metin Oktay'dı. Yanlış hatırlamıyorsam yukarıdaki formayıdı. Benim bu tribünlerde izlediğim en güzel çalışmalardan biriydi o. Bugün maalesef şahit olamayacağım ama büyük formalara zaafım var nedense...

Gündem sadece büyük Metin Oktay forması değil tabii. Her yerde parçalı formayla sahaya çıkılamamasına tepki geliyor, doğrudur fakat bu "deplasman forması" garabetinin sorumluluğunu da Galatasaray organizasyonunun sırtına yüklememek gerek. Belki önceden uyarılabilirdi, en fazla odur. Bir futbol maçı boyunca en fazla görünen öğeler yeşil saha ve futbolculardır yani formalardır. Futbolun her unsuruna el atan ve adam etme amacı güden TFF'nin bu iki konuda hâlâ 1960'lardan kalma kurallarını yenileyememesi ne kadar garip. Hatta abartayım, eskiden formanın şekline, şemaline daha bir dikkat edilirmiş. Gelişim Spor arşivi var elimde, oradan bir haber bulup koyarım kısa sürede. Bir takım kendi sahasındaki maça hangi formayla çıkacağına karar veremiyorsa burada bir sorun var. Amatör küme kurallarıyla "Süper Lig" yönetmeye kalkarsanız ancak kağıt üstünde bilmemkaçıncı lig olursunuz. Hoş, sene sonunda göreceğiz, kağıt üstünde ilk 10'da yer alsak bile kafi.

Belki de yıllar sonra ilk defa bir Galatasaray maçını kaçıracağım, tekrarını izlersem özellikle Misimovic ve Insua üstüne bir şeyler söylemek isterim. Onun dışında maç yazısı yer almayacak. Yarın ise bir aksilik olmazsa Florya'dayım. Hem basketbol hem de futbol milli takımı arasından faydalanıp bloga kısmen ara vermiştim, yalan söylemeyeyim, çokça da Lviv maçının getirdiği motivasyonsuzluktur esas sebep. Yavaştan hayata dönmenin vakti...

Gerd Müller'in Rekoru

Miroslav Klose, Azerbaycan maçı öncesi demeç vermiş. Yeni hedefi olarak Almanların efsanevi forveti Gerd Müller'in 68 gollük milli takım rekorunu geride bırakmak istediğini söylemiş. Klose şu anda Almanya tarihinin en golcü ikinci oyuncusu konumunda ve 53 golü var. Yaşının 32 olduğunu düşünürsek önünde EURO 2012'ye kadar zaman var ve bu sürede 15 ya da 16 gol atmak durumunda. Bu da iyimser bir tahminle bile maç başına bir gol atması demek ki Klose'nin milli takım performansı için bile fazla duruyor.

Klose bu rekoru gündeme getirmişken bayrağı devralacak esas adamın Lukas Podolski olduğunu söylemek lazım. 25 yaşındaki bir adam 80 milli maça çıkarak 40 gol atıyor. Muazzam. Milli takım oyuncusunun sözlük karşılığı olacak gibi duruyor ilerleyen yıllarda. Bundesliga'da bugüne kadar attığı gol sayısının toplamda 39 olması çok şeyi anlatıyordur zaten. Gerd Müller'in tahtını sallayacak biri varsa o da Podolski'dir. Hoş, Gerd Müller'in 68 golü sadece 62 maçta attığını, Klose'nin ve Podolski'nin şimdiden 102 ve 80 maça çıktığını hatırlatmakta fayda var.
Related Posts with Thumbnails